Kutuplarda ibadet

Bu yazımızda, kutuplarda ibadet konusuna değineceğiz.

İslam dünyasının asırlardır çözüm bulamadığı bir başka konu da, kutuplarda ibadet konusudur. Sebebi ise aslında çok basittir. Çünkü ne Muhammed, ne de çevresindekiler, kutupları bilmiyordu. Bu nedenle, ibadetlerle ilgili ‘vakit’ tayini yapılan ayetlerde, kutuplardan bahsedilmedi.

Zaman ilerledi, bilim ve teknoloji gelişti. Görüldü ki dünyanın her yerinde gece ve gündüz aynı şekilde seyretmiyor. Bazı farklılıklar var. Hal böyle olunca, kutuplarda ibadet için ‘fetva’ lazım. Ama gelin görün ki bu fetva verilemiyor. Çünkü ayet ya da hadis yok.

Kuran’da, namaz için ‘güneşin hareketi’ esas alınır. Yani daha da net ifade edersek, ‘aydınlık-karanlık’ prensiplerine göre vakit tayini yapılır. Oruç için de böyledir. Sahur ve iftar için ‘güneş’, başlangıç ve bitiş için ‘ay’ esas alınır. Güneş için bakarsak:

Bakara, 187:
Sabahın beyaz ipliği (aydınlığı), siyah ipliğinden (karanlığından) ayırt edilinceye kadar yiyin, için, sonra akşama kadar orucu tamamlayın.

Hud, 114:
Gündüzün iki ucunda, gecenin de ilk saatlerinde namaz kıl.

Tabi 14 asır önce kimsenin kolunda saat yoktu, o nedenle bu ölçüler normal idi. Ancak kutuplarda; ne oruç için, ne de namaz için ‘güneş’i esas almamız, yani bu ayetlere göre davranmamız mümkün değil. Durum böyle olunca, İslam âlimleri, bu konu hakkında çeşitli çözüm yöntemleri geliştirmişler. Ama bu yöntemlerin gerçekten de tutarlı olup olmadığını kimse düşünmemiş herhalde. Bu savunmalara bakalım:

1) ‘“Gece” ve “gündüz” birer varlıktır, güneşin hareketi ile alakası yoktur.’ savunması

Yapılan savunmaların belki de en cahilcesi budur. Ama sadece sokaktaki vatandaş değil, bir ilahiyat profesörü bile bunu söyleyebiliyor. Mesela Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır’ın şu açıklamasına bakalım:

Kur’an-ı Kerim şunu da gösteriyor ki Dünya’yı, Güneş aydınlatmıyor. Dünya’yı aydınlatan, Güneş ışınlarını aydınlığa çeviren gündüz dediğimiz varlıktır. Gündüz dediğimiz varlık ufkun altında da olsa, bunu aydınlığa çevirmektedir. Karanlığın oluşması, Güneş’in batmasından değil, gece denilen varlığın ortaya çıkmasıdır. Resim ve belgeseller üzerinde yaptığımız çalışmalarda da güneşin tepede olmasına rağmen karanlık olduğunu, Güneş’in yok olmasına rağmen gündüz denilen varlığın ortaya çıktığını görüyoruz. Güneş’ten yansıyan ışınları gündüze çeviriyor.

Tabi, inandığınız kutsal kitapta böyle bir hata olunca, böylesine saçma sapan bir açıklama yapmanız da normal. Bunu söylüyor ki, bu sayede kutuplardaki ibadet sorununu halledebilsin. Yani ayetlerde belirtilen ‘gündüz’ ve ‘gece’nin Güneş’e bağlı olmadığını söyleyerek, durumu kurtarmaya çalışıyor. Daha doğrusu, kendisi öyle zannediyor.

Ben şahsen bu yazı hakkında yorum yapmaya gerek bile duymuyorum. Böyle bir açıklama sizi ikna ediyorsa, Müslüman kalmaya devam edebilirsiniz. Çünkü bu zihniyet, ‘Dünya düzdür, dönüyor diyen kâfirdir.’ diyen Arap müftünün zihniyeti ile aynıdır. Hiç farkı yoktur. Arap müftü de bunu Kuran ayetlerine göre söylüyordu. Ama niyeyse bizim Müslümanlar bunu kabul etmiyor. Ama Bayındır’ın açıklamalarını kabul ediyorlar!

Neden mi? Çünkü gerçeğin ne olduğu bu kişiler için önemli değil. Önemli olan, Kuran’daki hataların üstünü örtmektir. Bu esnada ne kadar saçmaladığınızın bir önemi yok. Kuran’da hatayı örttünüz mü? Mesele tamamdır. Gerekirse dünya bile dönmez.

2) ‘Kutuplarda yaşayanlar, Mekke’yi esas alarak ibadet yaparlar.’ savunması

Bu savunma da geçerli değildir. Kuran’daki ayetlerde, ‘Bu ibadetleri Mekke’ye göre yapın.’ gibi bir belirtme yoktur. Bu belirtmenin olmamasının sebebi yine aynıdır. Çünkü Muhammed, bu konuda bilgisiz idi ve buna özel ayet yazmadı.

Aslında bu savunmanın öne sürülmesi bile, Kuran’ın evrensel olmadığının kabul edilmesi anlamına gelir. Çünkü ‘Kutuplarda yaşıyorsanız, Mekke’ye göre ibadet etmelisiniz.’ demek, ‘Kutuplarda Güneş’in hareketine göre, yani Kuran ayetlerine göre ibadet edemezsiniz.’ demektir. Bu iki cümle aynı kapıya çıkar. Acaba Müslümanlar 2. cümleyi fark etmiyorlar mı?

3) ‘Kutuplarda yaşayanlar, namaz ve oruç ibadetlerinden sorumlu değildir.’ savunması

Ne yazık ki böyle bir savunma da kabul edilemez. Çünkü Müslümanlar, her fırsatta, Kuran’ın evrensel bir kitap olduğunu vurgulamakta ve böyle inanmaktadır. Peki, buna inanılıyorsa, kutuplarda ibadet için nasıl olur da ‘Oradakiler sorumlu değildir.’ denilebilir? Bu çok açık bir çelişki değil midir?

Dahası, bu kadar açık bir çelişkinin bile görülemiyor olması, büyük bir problem değil midir? Bunun yerine, ‘İslam kutuplara giremiyor.’ desek, daha doğru bir tespit yapmış olmaz mıyız? İşte, iman ile prangalanmış aklın düştüğü çaresizliğe güzel bir örnek.

Güya İslam dini, tüm evrene hitap ediyor ama daha kutuplara bile giremiyor. Kutuplara bile giremeyen din, Mars’a, Venüs’e nasıl hitap ediyor? Burasını pek anlayabilmiş değiliz tabi.

Yine bir diğer savunma da, ‘İslam dini, namaz ve oruçtan ibaret değildir.’ şeklindedir. Tabi ki bizler, böyle bir iddiada bulunmuyoruz. Ancak mademki bu ibadetler, yaratıcının emridir, o halde dünya üzerinde her yerde uygulanabilmelidir. Ama görüldüğü gibi bu mümkün değildir.

4) ‘Bu konu içtihada tabidir.’ savunması

Kuran’da ve hadislerde belirtilmeyen meseleler, içtihat ile halledilmeye çalışılır. Ama bu konu için bunu söylememiz mümkün değil. Çünkü ayetler, bu uygulama için mekân belirtmiyor. Yani Bakara suresinin 187. ayetinde ‘Bu ölçüler, Mekke ve çevresi içindir.’ demiyor. Böyle deseydi, o zaman hiçbir problem olmazdı. Kutuplara özel çözümler üretilebilirdi. Ama böyle dememiş.

Neden denilmediği belli. Çünkü 7. yüzyıl Araplarının bilgisi bu kadardı. Tüm dünyayı Mekke gibi zannediyorlardı. O yüzden bu ayet bu şekilde yazıldı. Eğer Muhammed’e kutuplar hakkında bilgi verilseydi, elbette bunun için de 1-2 ayet yazardı. Şanssızlık işte.

Demek ki bu konuda içtihat yapılamaz. Bunun adı ‘kendini kandırmak’tır. Ya da ‘Allah, imtihan için böyle yapmış.’ gibi komik ve çocuksu savunmalar öne sürülecektir ki, buna değinmeye gerek bile yok.

5) Değişik çözüm yöntemleri

Tabi konu bu kadar karmaşık olunca, son derece gülünç çözüm yöntemleri de ortaya çıkabiliyor. Mesela orucun ‘yeme-içme’den ibaret olmadığını, başka şekillerde de oruç tutulabileceğini söylüyor yorumcular. Mesela ‘susma orucu’ olabilirmiş.

Ne kadar geçerli bir cevap öyle değil mi? ‘Kuran’daki bu emri yerine getiremiyoruz, o zaman başka şeyler yapalım.’ diyor insanlar. Yani bu, ‘Namaz kılamıyoruz, o halde ip atlayalım.’ demek gibi bir şeydir.

Gerçi Bakara suresinin 187. ayetinde ‘yiyin, için’ deniyor ama herhalde bunu da ‘konuşmayın’ diye yorumlamışlardır. Oradaki ‘yeme-içme’ mecazdır belki be. Ya da müteşabih!

6) Başka bir örnek

19.7.2012 tarihli habere bakalım:

Diyanet, tüm dünyadaki sahur ve iftar vakitlerini sitesinden açıkladı. Bununla birlikte ilginç ayrıntılar da ortaya çıktı.

İzlanda’nın başkenti Reykjavik’te oruç tutacak olan bir kişi 20 saat oruç tutmak zorunda. Burada Ramazan’ın ilk gününde gece 02.49′da sahurunu tamamlayacak olanlar, ancak gece 23.16′da iftarını açabilecek.

Gördüğünüz gibi, dünyada 20 saat oruç tutulması gereken yer bile var. Muhammed burayı da atlamış maalesef. Defalarca söyledim ve hep söyleyeceğim; arkadaş, mademki din kuruyorsun ve kitap yazıyorsun, bari biraz araştır, soruştur yahu! Sonra böyle milleti zora sokuyorsun işte. ‘Gece ve gündüz varlıktır. Güneşle alakası yoktur.’ diyen acayip insanlar türüyor. Hala daha ‘İslam ülkeleri niye geri kalmış?’ diye sormaz artık kimse. En azından öyle umuyorum.

Bu konuyu Edip Yüksel’e sormuşlar ve bakın nasıl bir cevap almışlar:

İzlanda’da yaşasam 20 saatin 8 saatini uyuyarak geçiririm. Geride kalan 12 saati da uyanık. Ne var bunda?

Demek ki Edip Yüksel’e göre bir insanın günde 20 saat aç kalması (hem de 1 ay boyunca) normal bir olay. Edip Yüksel’in, Bayındır’dan bir farkı kaldı mı şimdi? Sanki 8 saat uyuyup 12 saat uyanık durunca bu sorun çözülüyor mu? Günde 20 saat aç durabilir misiniz?

Duramazsınız. Kanıt:

İsveç, Norveç ve Finlandiya’da yaşayan Türkler arasında emekli olanlar ya da tatillerini bu aylara denk getiren Türklerin çoğunluğu, Ramazan ayını Türkiye’de geçirmeyi tercih ediyor. Bu kişiler, okulların başlamasıyla birlikte bu ülkelere dönmeye başlayacak.

Açıklama yapmaya gerek yok sanırım.

7) Sonuç

Gördüğünüz gibi, yapılan savunmalar son derece saçma ve geçersizdir. Üzerinde detaylıca durmaya gerek bile yoktur. Kuran’ın çuvalladığı bir konuya kılıf bulmaya çalışıyor insanlar.

Kuran’ın evrensel bir kitap olmadığını kanıtlamak için, Kuran’dan onlarca ayet göstermeye gerek bile yok. Sadece ‘kutuplarda ibadet’ konusu bile bu durumu tek başına izah etmeye yetebilmektedir.

İman ile körelmiş akıl ise, bu kadar açık bir hatayı bile göremeyip, bahaneler uydurmakta ve o bahanelere inanmaktadır. Dahası, bu saçma sapan bahanelere inanmayanları ‘akılsız’ diye nitelemektedir. Hâlbuki şu konu bile, Kuran’ın insan ürünü bir kitap olduğunu kanıtlıyor. Bunu görüp gerçeği kabul etmek yerine, masallarla kendilerini kandırmayı seçiyor insanlar. Ne acı.

Tahrim suresi tefsiri

Tahrim suresi, Kuran’ın 66. suresidir ve 12 ayettir. Bu sure de, Ahzab suresi ayarında bir içeriğe sahiptir. Yani yine Muhammed’in ‘özel’ hayatına ilişkin hükümler barındırır.

Özellikle ilk 5 ayet, konunun belkemiğidir. Bu ayetlerin yazılmasının sebebi, Muhammed’in, eşleriyle yaşadığı bazı anlaşmazlıklardır. O da durumu düzeltmek ve eşlerini tehdit etmek için bu ayetleri yazıyor.

Anlaşmazlığın sebebi ise, Muhammed’in cariyesi Marya’dır. Pek çok tefsirde de işlendiği gibi, Muhammed, ‘sırası’ Hafsa’ya (halife Ömer’in kızı) geldiği bir günde, Hafsa’nın evine gider. Hafsa yoktur. O sırada da cariyesi Marya eve gelir. Muhammed, Marya ile odaya çekilmiştir. Bu esnada Hafsa da eve gelmiştir.

Geldiğinde, durumu görür ve doğal olarak tepki verir. Çünkü olay, kendi gününde ve kendi evinde yaşanmaktadır. Muhammed de durumu toparlamak için, ‘Vallahi bir daha Marya’yla yatmayacağım.’ diye yemin eder. Yani ne yapmıştır? Marya’yı kendine haram etmiştir.

İşte Muhammed, bu yemininden bir süre sonra pişman olmuş olacak ki, şu 2 ayeti yazarak sureye giriş yapıyor:

Tahrim, 1:
Ey Peygamber! Eşlerinin rızasını gözeterek Allah’ın sana helâl kıldığı şeyi niçin kendine haram ediyorsun? Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.

Tahrim, 2:
Allah, (gerektiğinde) yeminlerinizi bozmanızı size meşru kılmıştır. Sizin yardımcınız Allah’tır. O, bilendir, hikmet sahibidir.

Bu 2 ‘kurtarıcı’ ayet sayesinde, Muhammed’in kendisine haram ettiği Marya ile ilgili problem ortadan kalkmış oluyor. Ama olay tam olarak kapanmıyor tabi.

Hafsa, bu olayı kimseye anlatmaması için uyarılıyor. Ama Hafsa, bunu saklayamayıp Aişe’ye anlatıyor. Bu olayların tümü, Buhari de dâhil olmak üzere en güvenilir kaynaklarda anlatılıyor zaten. Hafsa’nın Aişe’ye bunu anlattığını, Muhammed de bir şekilde öğreniyor. Öğrenince, şu ayeti yazıyor:

Tahrim, 3:
Peygamber, eşlerinden birine gizlice bir söz söylemişti. Fakat eşi, o sözü başkalarına haber verip Allah da bunu Peygamber’e açıklayınca, Peygamber bir kısmını bildirmiş, bir kısmından da vazgeçmişti. Peygamber bunu ona haber verince eşi: Bunu sana kim bildirdi? dedi. Peygamber: Bilen, her şeyden haberdar olan Allah bana haber verdi, dedi.

Tabi Muhammed’in bu haberi kimden aldığını bilemiyoruz. Belki Aişe söyledi, belki de kulak misafiri olan bir başkası. Bunun kaynaklarda belirtilmemesi de normal, çünkü ayette ‘Allah söyledi’ diyor zaten. İster Aişe olsun, ister başka biri olsun, sonuçta Muhammed’in kulağına bu söz gelmiş ve o da durumu toparlamak için ayet yazmış.

Aslında sırf bu ayet bile, Muhammed’in eşlerinin, onun peygamberliğine inanmadığının kanıtıdır. Hiç ‘peygamber eşi’ olan bir kişi, ‘Bunu sana kim bildirdi?’ diye soru sorar mı? Mademki bu kişinin peygamberliğine inanılıyor, Allah’ın bildirdiği belli değil mi? Böyle bir sorunun sorulmasının mantığı nedir? Bu sorunun sorulması bile, insanların, Muhammed’e olan güveni hakkında bize ipuçları vermektedir.

Muhammed, olayın büyüyeceğini sezince, eşlerini uyarma gereği duyuyor tabi. İki ayet de bunun için patlatıyor:

Tahrim, 4:
Eğer ikiniz de Allah’a tevbe ederseniz, (yerinde olur). Çünkü kalpleriniz sapmıştı. Ve eğer Peygamber’e karşı birbirinize arka verirseniz bilesiniz ki onun dostu ve yardımcısı Allah, Cebrail ve müminlerin iyileridir. Bunların ardından melekler de (ona) yardımcıdır.

Tahrim, 5:
Eğer o sizi boşarsa Rabbi ona, sizden daha iyi kendini Allah a veren, inanan, sebatla itaat eden, tevbe eden, ibadet eden, oruç tutan, dul ve bâkire eşler verebilir.

Özellikle şu 5. ayet, tam bir kepazeliktir. Kuran’ın ‘Allah kelamı’ olmadığını tek başına kanıtlamaya yeter. Hiç Tanrı, peygamberinin eşlerini ‘Akıllı olun, yoksa ona başka bakire kadınlar veririm.’ diye tehdit eder mi? Böyle bir saçmalık olabilir mi? Dünyanın bütün derdi bitmiş, Allah, peygamberinin ‘özel’ hayatıyla uğraşıyor, nikâh kıyıyor, kuzenlerini helal ediyor, eşlerini tehdit ediyor vs. Bu kadar şey bile Kuran hakkında fikir sahibi olmak için yeterlidir. Sorgulayan hiçbir insan, bu saçmalığın içinde hapis kalamaz.

Tabi bu ayetten sonra konuyu değiştiriyor Muhammed. Her zamanki taktik. Aynı taktiği, Ahzab suresinde de uyguladığını görmüştük.

Tahrim, 6:
Ey inananlar! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun. Onun başında, acımasız, güçlü, Allah’ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmeyen ve emredildiklerini yapan melekler vardır.

Tahrim, 7:
Ey kâfirler! Bugün özür dilemeyin! Siz ancak işlediklerinizin cezasını çekeceksiniz, (denilir).

Tahrim, 8:
Ey iman edenler! Samimi bir tevbe ile Allah’a dönün. Umulur ki Rabbiniz sizin kötülüklerinizi örter. Peygamberi ve Onunla birlikte iman edenleri utandırmayacağı günde Allah sizi, içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokar. Onların önlerinden ve sağlarından (amellerinin) nûrları aydınlatıp gider de, “Ey Rabbimiz! Nûrumuzu bizim için tamamla, bizi bağışla; çünkü sen her şeye kadirsin” derler.

Tahrim, 9:
Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacağı yer cehennemdir. O gidilecek yer ne de kötüdür!

İşte bu 4 ayet, konuyu dağıtma amaçlı olarak araya sıkıştırılmıştır. Her zaman olduğu gibi, klasik mesajlar veriliyor. Kuran’da yüzlerce kere tekrarlanan şeyler, burada da tekrarlanmış.

Sonra konuya geri dönüyor Muhammed. Çünkü olay hala daha tam kapanmadı. Bitirici vuruşu yapması lazım.

Tahrim, 10:
Allah, inkâr edenlere, Nuh’un karısı ile Lût’un karısını misal verdi. Bu ikisi, kullarımızdan iki sâlih kişinin nikâhları altında iken onlara hainlik ettiler. Kocaları Allah’tan gelen hiçbir şeyi onlardan savamadı. Onlara: Haydi, ateşe girenlerle beraber siz de girin! denildi.

Tahrim, 11:
Allah, inananlara da Firavun’un karısını misal gösterdi. O: Rabbim! Bana katında, cennette bir ev yap; beni Firavun’dan ve onun (kötü) işinden koru ve beni zalimler topluluğundan kurtar! demişti.

Tahrim, 12:
İffetini korumuş olan, İmran kızı Meryem’i de (Allah örnek gösterdi). Biz, ona ruhumuzdan üfledik ve Rabbinin sözlerini ve kitaplarını tasdik etti. O gönülden itaat edenlerdendi.

Bu 3 ayetle de bitirici vuruşu yapmış oluyor. Gördüğünüz gibi, bu 3 ayette, önce 2 tane ‘cehennemlik’ kadın, sonra da 2 tane ‘cennetlik’ kadın örnek veriliyor. Neden 2’şer tane kadın örnek veriliyor?

Çünkü bu ayetlerle korkutulmak istenen, Aişe ve Hafsa’dır. Zira Aişe de artık Muhammed’in ‘Marya meselesi’ni bilmektedir. O yüzden, bu son 3 ayet de Muhammed’in bu 2 eşine özeldir ve açıkça tehdit edilmektedirler. Yani ağızlarını sıkı tutmaları gerekiyor.

Muhammed’in, günlük işlerini düzenlemek için, Kuran’ı nasıl ‘günlük’ gibi kullandığını görüyorsunuz. Mesele, bunu sorgulayabilmek ve idrak edebilmektir. İşte ‘benzeri yazılamayacak’(!) olan kitaptan inciler.

Ahzab suresi tefsiri – 2

35. ayetten sonra, konu tekrar Muhammed’in özel hayatına dönüyor. Ahzab suresinin 36. ayeti, kendisinden sonra yazılacak ayete (Ahzab 37) zemin hazırlıyor. Yani ‘Bu ayeti (Ahzab 36) okudunuz, o halde bundan sonra ne hüküm çıkarsa çıksın, kabul etmek zorundasınız.’ mesajı veriliyor.

Ahzab, 36:
Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.

Gördüğünüz gibi, mesaj gayet açık. Bakalım o ‘hüküm’ neymiş?

Ahzab, 37:
(Resûlüm!) Hani Allah’ın nimet verdiği, senin de kendisine iyilik ettiğin kimseye: Eşini yanında tut, Allah’tan kork! diyordun. Allah’ın açığa vuracağı şeyi, insanlardan çekinerek içinde gizliyordun. Oysa asıl korkmana lâyık olan Allah’tır. Zeyd, o kadından ilişiğini kesince biz onu sana nikâhladık ki evlâtlıkları, karılarıyla ilişkilerini kestiklerinde (o kadınlarla evlenmek isterlerse) müminlere bir güçlük olmasın. Allah’ın emri yerine getirilmiştir.

İşte o ‘hüküm’ buymuş. Evlatlığının eşiyle evlenmesi, ayetle hüküm buluyor. Ahzab suresinin 4. ve 5. ayetlerinin niye yazıldığı burada ortaya çıkıyor. Muhammed, Zeynep’i bir anda almamıştır. Önce bunun altyapısını hazırlamıştır.

Gördüğünüz gibi, Muhammed, bu konuyu ustalıkla işliyor. Önce evlatlıklarla ilgili problemi ortadan kaldırıyor, sonra ‘konuyu dağıtmak için’ araya başka şeyler sıkıştırıyor, sonra ‘Allah ne hüküm verirse ona uymak zorundasınız.’ diyerek insanları korkutuyor, en sonunda da bombayı patlatıyor.

Bu olaydan ötürü kendisini kınayanlar olunca, arkasından 2 ayet daha yazıyor:

Ahzab, 38:
Allah’ın, kendisine helâl kıldığı şeyde Peygamber’e herhangi bir vebâl yoktur. Önce gelip geçenler arasında da Allah’ın âdeti böyle idi. Allah’ın emri mutlaka yerine gelecek, yazılmış bir kaderdir.

Ahzab, 39:
O peygamberler ki Allah’ın gönderdiği emirleri duyururlar, Allah’tan korkarlar ve O’ndan başka kimseden korkmazlar. Hesap görücü olarak Allah (herkese) yeter.

Böylece, kendini iyice aklamış oluyor. Hani ‘Bu iş Allah’ın emri, benim alakam yok. Benim günahım da yok.’ şeklinde bir savunma yapılmış oluyor. Üstelik, bu konudaki kafa karışıklıklarını kökten halletmek için, Zeyd meselesine de bir netlik kazandırıyor:

Ahzab, 40:
Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat o, Allah’ın Resûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.

Bu kadar ayetin üstüne, kimsenin Muhammed’i eleştirme lüksü kalmıyor tabi. Gerçi Muhammed, hiçbirimizin babası değilse, Muhammed’in eşleri nasıl annemiz oluyor, onu çözemedik henüz.

Tabi Muhammed, bu konunun fazla üzerinde durmuyor, dikkat çekmemek için. Konuyu değiştiriyor hemen. Aynı ‘konu değiştirme taktiği’ni Ahzab suresinin 7. ayetinde de yapmıştı, gördüğünüz gibi. Ta ki 28. ayete kadar.

Bu ‘konu değiştirme taktiği’nin sebebi ise, Ahzab suresinin 4. ve 5. ayetlerinin bir anlamda insanlara unutturulmak istenmesidir. Yani Ahzab suresinin 5. ayetinden sonra, birdenbire Ahzab suresinin 37. ayeti yazılsaydı, insanlar iyice şüpheleneceklerdi tabi. O yüzden araya başka şeyler de sıkıştırıyor ki, şüphelenen olmasın. Muhammed’in çok zeki biri olduğundan şüpheniz mi vardı?

Bundan sonra, konu normale dönüyor:

Ahzab, 41:
Ey inananlar! Allah’ı çokça zikredin.

Ahzab, 42:
Ve O’nu sabah-akşam tesbih edin.

Ahzab, 43:
Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için üzerinize rahmetini gönderen O’dur. Melekleri de size istiğfar eder. Allah, müminlere karşı çok merhametlidir.

Ahzab, 44:
Kendisine kavuştukları gün, Allah’ın onlara iltifatı, “selâm”dır. Allah onlara çok değerli mükâfat hazırlamıştır.

Ahzab, 45:
Ey Peygamber! Biz seni hakikaten bir şahit, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik.

Ahzab, 46:
Allah’ın izniyle, bir davetçi ve nûr saçan bir kandil olarak (gönderdik).

Ahzab, 47:
Allah’tan büyük bir lütfa ereceklerini müminlere müjdele.

Ahzab, 48:
Kâfirlere ve münafıklara boyun eğme. Onların eziyetlerine aldırma. Allah’a güvenip dayan, vekîl ve destek olarak Allah yeter.

Ahzab, 49:
Ey iman edenler! Mümin kadınları nikâhlayıp da, henüz zifafa girmeden onları boşarsanız, onları sayacağınız bir iddet süresince bekletme hakkınız yoktur. O halde onları (bir bağışla) memnun edin ve onları güzel bir şekilde serbest bırakın.

Bu ayetlerde de klasik şeylerden bahsediliyor. Bunlara odaklanan Müslümanlar, Zeynep meselesini unuttu bile.

Tam ‘Sular duruldu galiba.’ derken, ikinci bombayı patlatıyor Muhammed:

Ahzab, 50:
Ey Peygamber! Mehirlerini verdiğin hanımlarını, Allah’ın sana ganimet olarak verdiği ve elinin altında bulunan cariyeleri, amcanın, halanın, dayının ve teyzenin seninle beraber göç eden kızlarını sana helâl kıldık. Bir de Peygamber kendisiyle evlenmek istediği takdirde, kendisini peygambere hibe eden mümin kadını, diğer müminlere değil, sırf sana mahsus olmak üzere (helâl kıldık). Kuşkusuz biz, hanımları ve ellerinin altında bulunan cariyeleri hakkında müminlere neyi farz kıldığımızı biliriz. (Bu hususta ne yapmaları lâzım geldiğini onlara açıkladık) ki, sana bir zorluk olmasın. Allah bağışlayandır, merhamet edendir.

Ahzab, 51:
Onlardan dilediğini geriye bırakır, dilediğini de yanına alırsın. Boşadığın hanımlarından arzu ettiğini tekrar yanına almanda, senin üzerine bir günah yoktur. Böyle yapman onların mutlu olmalarına, üzülmemelerine ve hepsinin, senin verdiklerine razı olmalarına daha uygundur. Allah, kalplerinizde olanı bilir. Allah hakkıyle bilendir, halîmdir.

Ne mükemmel ayetler, öyle değil mi? İnsanlığa büyük mesajlarla dolu. Evlatlığının eşi yetmemiş gibi, bir de kuzenlerini ve ‘savaş ganimeti’ cariyelerini de kendine helal ediyor. Artık bu ruhsattan ne kadar faydalandığını bilemiyoruz. Ama bir ‘Tanrı kelamı’nın bu şekilde olamayacağı açıktır. Çünkü Kuran’ın Tanrısı, işi gücü bırakmış, peygamberinin ‘mübarek işleri’yle uğraşıyor. Dünyanın başka derdi kalmamış gibi.

Tabi Muhammed de fark ediyor olayı abarttığını, o yüzden bir süre sonra geri adım atıyor:

Ahzab, 52:
Bundan sonra artık başka kadınlarla evlenmen, elinin altında bulunan cariyeler hariç, güzellikleri hoşuna gitse bile, bunların yerine başka hanımlar alman sana helâl değildir. Allah her şeyi gözetler.

Gördüğünüz gibi bu ayet, 50. ayeti nesh etmiş oluyor. Ama bu ayette, ‘cariye’leri kendisine haram etmiyor. Sadece ‘nikâh’ konusunda bir düzenleme var. Cariyeler Muhammed’e helal yani, ölünceye kadar. Çünkü cariyeler için nikâh şart değil.

Tabi Muhammed, Zeynep’le evlenince, ‘zifaf’ da lazım. Ama şu şanssızlığa bakın ki, Muhammed’in komşuları bir türlü kalkıp gitmek bilmiyorlar. Muhammed, hazır Ahzap suresini çorba etmişken, bu konuyu da araya sıkıştırıveriyor:

Ahzab, 53:
Ey iman edenler! Siz zamanını gözetlemeksizin, bir yemeğe davet edilmedikçe, Peygamber’in evlerine girmeyin. Ancak davet edildiğiniz vakit girin. Yemeği yediğinizde hemen dağılın, sohbete dalmayın. Çünkü bu hareketiniz Peygamber’i üzmekte, fakat o (size bunu söylemekten) utanmaktadır. Ama Allah, hakkı söylemekten çekinmez. Peygamber’in hanımlarından bir şey istediğiniz zaman perde arkasından isteyin. Bu, hem sizin kalpleriniz, hem de onların kalpleri için daha temiz bir davranıştır. Sizin Allah’ın Resûlünü üzmeniz ve kendisinden sonra onun hanımlarını nikâhlamanız asla caiz olamaz. Çünkü bu, Allah katında büyük (bir günah)tır.

Tabi bu uydurma falan değildir, zira tefsirlerde de bu ayetin (Ahzab 53) ‘iniş sebebi’ bu şekilde açıklanmıştır.

Ahzab, 54:
Bir şeyi açığa vursanız da, gizleseniz de şüphe yok ki Allah, her şeyi gayet iyi bilmektedir.

Ahzab, 55:
Onlara (Peygamber’in hanımlarına), babaları, oğulları, kardeşleri, kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kadınları (mümin kadınlar) ve ellerinin altında bulunan câriyelerinden dolayı bir günah yoktur. (Ey Peygamber hanımları!) Allah’tan korkun; şüphesiz Allah, her şeye şahittir.

Yine klasik bir ayet (Ahzab 54) ve arkasından, Muhammed’in eşleriyle ilgili bir ayet (Ahzab 55) daha. Sonraki ayet ise çok ilginç:

Ahzab, 56:
Allah ve melekleri, Peygamber’e çok salevât getirirler. Ey müminler! Siz de ona salevât getirin ve tam bir teslimiyetle selam verin.

Allah, Muhammed’e salâvat getiriyor. Muhammed, Ahzab suresini iyice çorba haline getirdiğinin farkında tabi. Hazır fırsat bulmuşken, bunu da araya sıkıştırıyor ki, artık kimse sesini falan çıkaramasın. Yoksa bir Tanrı, peygamberine salâvat getirir mi?

Herhalde Muhammed, özellikle bu konular için epey eleştiri almış olacak ki, cevap olarak şu ayetleri yazmış:

Ahzab, 57:
Allah ve Resûlünü incitenlere Allah, dünyada ve ahirette lânet etmiş ve onlar için horlayıcı bir azap hazırlamıştır.

Ahzab, 58:
Mümin erkeklere ve mümin kadınlara, yapmadıkları bir şeyden dolayı eziyet edenler, şüphesiz bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmişlerdir.

Hadi Resulü anladık da, Allah’ı nasıl incitebiliyor insanlar? Elbette ki burada da Muhammed’i eleştirenlere açık tehditler var. Bunun için de Allah’ı kullanmış tabi, her zamanki gibi.

Ahzab, 59:
Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin kadınlarına (bir ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman) dış örtülerini üstlerine almalarını söyle. Onların tanınması ve incitilmemesi için en elverişli olan budur. Allah bağışlayandır, esirgeyendir.

Burada da, sırf kendi eşlerini örtebilmek için, diğer müminlere de aynı emri vermiş. Sebep, Muhammed’in kıskançlığı. Bu kadar basit.

Muhammed’in tehditleri devam ediyor:

Ahzab, 60:
Andolsun, ikiyüzlüler, kalplerinde hastalık bulunanlar (fuhuş düşüncesi taşıyanlar), şehirde kötü haber yayanlar (bu hallerinden) vazgeçmezlerse, seni onlara musallat ederiz (onlarla savaşmanı ve onları şehirden sürüp çıkarmanı sana emrederiz); sonra orada, senin yanında ancak az bir zaman kalabilirler.

Ahzab, 61:
Hepsi de lânetlenmiş olarak nerede ele geçirilirlerse, yakalanır ve mutlaka öldürülürler.

Ahzab, 62:
Allah’ın önceden geçenler hakkındaki kanunu budur. Allah’ın kanununda asla bir değişiklik bulamazsın.

Artık bu ‘kötü haber’ nedir, insanlar neyin dedikodusunu yapmaktadır, orasını bilemiyoruz. Ama tehdit edildikleri ortada.

Bundan sonra ise, 73. ayete kadar, yine klasik şeylerden bahsediliyor ve böylece sure bitiriliyor.

Ahzab, 63:
İnsanlar sana kıyametin zamanını soruyorlar. De ki: Onun bilgisi Allah katındadır. Ne bilirsin, belki de zamanı yakındır.

Ahzab, 64:
Şu muhakkak ki, Allah kâfirleri rahmetinden kovmuş ve onlara çılgın bir ateş hazırlamıştır.

Ahzab, 65:
(Onlar) orada ebedî olarak kalacaklar, (kendilerini koruyacak) ne bir dost ne de bir yardımcı bulacaklardır.

Ahzab, 66:
Yüzleri ateşte evrilip çevrildiği gün: Eyvah bize! Keşke Allah’a itaat etseydik, Peygamber’e de itaat etseydik! derler.

Ahzab, 67:
Ey Rabbimiz! Biz reislerimize ve büyüklerimize uyduk da onlar bizi yolda saptırdılar, derler.

Ahzab, 68:
Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lânetle rahmetinden kov.

Ahzab, 69:
Ey iman edenler! Siz de Musa’ya eziyet edenler gibi olmayın. Nihayet Allah onu, dedikleri şeyden temize çıkardı. O, Allah yanında şerefli idi.

Ahzab, 70:
Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğru söz söyleyin.

Ahzab, 71:
(Böyle davranırsanız) Allah işlerinizi düzeltir ve günahlarınızı bağışlar. Kim Allah ve Resûlüne itaat ederse büyük bir kurtuluşa ermiş olur.

Ahzab, 72:
Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir.

Ahzab, 73:
(Allah bu emaneti insana vermek sûretiyle), münafık erkeklere ve münafık kadınlara, müşrik erkeklere ve müşrik kadınlara azap edecek, inanan erkeklerin ve inanan kadınların da tevbesini kabul buyuracaktır. Allah bağışlayandır, merhamet edendir.

73 ayetlik Ahzab suresinin içeriği böyle.

Bu konuyla ilgili muhtemelen gelebilecek 2 savunmaya da değineyim.

1- Öncelikle, üzerinde durduğumuz bu ayetler (Ahzab 37, 50, 51, 52, 53 vs.), müteşabih falan değildir. Muhkem ayetlerdir. Yani ayetlerdeki ifadeler açık ve net. Örneğin, ‘evlatlığının eşiyle seni evlendirdik’ ayetini okuyan bir insan, bu ayetin muhkem olduğunu zaten görür. Yani ‘Bu ayet müteşabihtir.’ şeklinde bir savunma öne sürülemez.

2- Bu kadar İslam âlimi bunları görmedi, sen mi gördün? Konulara art niyetli yaklaşıyorsun vs.

Açıkçası bu tür bir savunma da amatörce olacaktır. Herhalde hiçbir Müslüman, kalkıp da ‘Muhammed, Zeynep’le evlenmek için ayet yazdı.’ demeyecektir. Sanki böyle bir şey söyleme ihtimalleri varmış gibi, bizim ‘art niyetli olmak’la suçlanmamız mantıksızdır. Elbette bir Müslüman, bu olayın ‘hikmet’lerinin olduğunu düşünecektir. Ama hikmet falan bulamayacaktır tabi. Çünkü herşey ortada.

Gördüğünüz gibi, Muhammed, günlük hayatıyla ilgili problemleri çözmek için, Kuran’ı gayet ustaca kullanmıştır. Tüm problemlerini arka arkaya yazmamış, aralara serpiştirdiği ‘klasik’ ayetlerle dikkatleri üzerine çekmemeyi başarmıştır. Tabi benzer şeyleri başka de surelerde bulabilmek mümkündür, ancak özellikle Ahzab suresinin bu 73 ayetlik içeriği, bize Kuran hakkında net bir fikir verebilmektedir.

Bu suredeki çarpıklıkları kurtarmak için ne denli masallar anlatılsa da, izahlar yapılsa da; gerçek, tüm çıplaklığıyla ortadadır.

 

Ahzab suresi tefsiri – 1

Kuran’ın ‘Tanrı sözü’ olmadığını çok kolayca anlayabileceğimiz surelerden biri de Ahzab suresidir. Zira kendi çapında bir başyapıttır. Gerçekten de, ‘bir benzerinin yazılamayacağını söyleyen’ Müslümanlara bazı konularda hak vermek gerekiyor, ki bu konulardan biri de Ahzab suresinin içeriğidir. Bu yazıda, Ahzab suresini genişçe inceleyeceğiz.

Ahzab, 1:
Ey Peygamber! Allah’tan kork, kâfirlere ve münafıklara boyun eğme. Elbette Allah her şeyi bilmekte ve yerli yerince yapmaktadır.

Ahzab, 2:
Rabbinden sana vahyedilene uy. Şüphesiz Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.

Ahzab, 3:
Allah’a güven. Vekîl olarak Allah yeter.

Ahzab suresi, bu şekilde 3 ayetle başlıyor. Kuran’da yüzlerce kere tekrarlanan bu cümlelerle klasik bir sure açılışı yapılmış. İlk bomba ise 4. ve 5. ayetlerde patlıyor:

Ahzab, 4:
Allah, bir adamın içinde iki kalp yaratmadığı gibi, “zıhâr” yaptığınız eşlerinizi de analarınız yerinde tutmadı ve evlâtlıklarınızı da öz oğullarınız olarak tanımadı. Bunlar sizin ağızlarınıza geliveren sözlerden ibarettir. Allah ise gerçeği söyler ve doğru yola O eriştirir.

Ahzab, 5:
Onları (evlât edindiklerinizi) babalarına nisbet ederek çağırın. Allah yanında en doğrusu budur. Eğer babalarının kim olduğunu bilmiyorsanız, bu takdirde onları din kardeşleriniz ve görüp gözettiğiniz kimseler olarak kabul edin. Yanılarak yaptıklarınızda size vebal yok; fakat kalplerinizin bile bile yöneldiğinde günah vardır. Allah bağışlayandır, esirgeyendir.

Bu 2 ayette görüyoruz ki, Allah, evlatlıkları ‘öz oğullar’ gibi tanımıyormuş. Bunlar, insanların cahilce sözlerinden ibaretmiş. Evlatlıkları, babalarına nispet ederek çağırmalıymışız.

Araplarda, bu hüküm gelmeden önce uygulanan bir gelenek vardı. Zaten ayette de belirtiliyor bu. Evlatlık alınan çocuklar ‘öz oğul’ gibi görülüyordu. Mesela, Muhammed’in evlatlığı Zeyd, ‘Zeyd bin Muhammed’ olarak çağrılıyordu. Yani ‘Muhammed’in oğlu Zeyd’ diye.

Peki Muhammed/Allah ne yapmış? Böylesine güzel bir uygulamayı sonsuza kadar bitirmiş. Bu uygulama bitirilince, Zeyd artık ‘Zeyd bin Harise’ diye çağrılmaya başlanıyor.

Muhammed/Allah neden böyle bir karar verdi? Böyle bir hükmün insanlığa bir yararı oldu mu? Evlatlık alınan çocukların ‘öz oğul’ gibi görülmesi kadar güzel bir şey var mıdır? Ve böyle bir uygulamanın bitirilmesi hangi mantığa/vicdana sığar?

Muhammed’in neden böyle bir hüküm verdiğini, ilerleyen ayetlerde göreceğiz. Önce sabırla okuyalım.

Ahzab, 6:
Peygamber, müminlere kendi canlarından daha yakındır. Eşleri, onların analarıdır. Akraba olanlar, Allah’ın Kitabına göre, (mirasçılık bakımından) birbirlerine diğer müminlerden ve muhacirlerden daha yakındırlar; ancak, dostlarınıza uygun bir vasiyet yapmanız müstesnadır. Bunlar Kitap’ta yazılı bulunmaktadır.

Ahzab suresinin 6. ayeti, Muhammed’in eşlerinin, ‘Müslümanların annesi’ olduğunu belirtiyor. Bu ayetin yazılma sebebi ise, tabi ki Muhammed’in kıskançlığıdır. Çünkü Muhammed, kendisi öldükten sonra, eşlerinin başka bir erkekle evlenmesini istemiyordu. İşte Muhammed’in kıskançlığının boyutu budur. Yoksa ‘müminlerin annesi’ muhabbeti, işin ‘kamuflaj’ boyutudur ve tamamen lafta kalmaktadır.

Müminlerin annesi olan Aişe ile halife Ali niye savaşmıştır (bkz. Cemel Vakası) peki? İnsan, annesiyle savaşır mı?

Bu 6 ayetten sonra, konu birden değişiveriyor ve ‘savaş’ muhabbetine giriliyor:

Ahzab, 7:
Hani biz peygamberlerden söz almıştık; senden, Nuh’tan, İbrahim’den, Musa’dan ve Meryem oğlu İsa’dan da. (Evet) biz onlardan pek sağlam bir söz aldık.

Ahzab, 8:
Allah bu sözü doğruları doğruluklarıyla sorumlu kılmak için aldı. Kâfirler için de çok acıklı bir azap hazırladı.

Ahzab, 9:
Ey iman edenler! Allah’ın size olan nimetini hatırlayın; hani size ordular saldırmıştı da, biz onlara karşı bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah ne yaptığınızı çok iyi görmekteydi.

Ahzab, 10:
Onlar hem yukarınızdan hem aşağı tarafınızdan (vâdinin üstünden ve alt yanından) üzerinize yürüdükleri zaman; gözler yıldığı, yürekler gırtlağa geldiği ve siz Allah hakkında türlü türlü şeyler düşündüğünüz zaman;

Ahzab, 11:
İşte orada iman sahipleri imtihandan geçirilmiş ve şiddetli bir sarsıntıya uğratılmışlardı.

Ahzab, 12:
Ve o zaman, münafıklar ile kalplerinde hastalık (iman zayıflığı) bulunanlar: Meğer Allah ve Resûlü bize sadece kuru vaatlerde bulunmuşlar! diyorlardı.

Ahzab, 13:
Onlardan bir gurup da demişti ki: Ey Yesribliler (Medineliler)! Artık sizin için durmanın sırası değil, haydi dönün! İçlerinden bir kısmı ise: Gerçekten evlerimiz emniyette değil, diyerek Peygamber’den izin istiyordu; oysa evleri tehlikede değildi, sadece kaçmayı arzuluyorlardı.

Ahzab, 14:
Medine’nin her yanından üzerlerine saldırılsaydı da, o zaman savaşmaları istenseydi, şüphesiz hemen savaşa katılırlar ve evlerinde pek eğlenmezlerdi.

Ahzab, 15:
Andolsun ki daha önce onlar, sırt çevirip kaçmayacaklarına dair Allah’a söz vermişlerdi. Allah’a verilen söz mesuliyeti gerektirir!

Ahzab, 16:
(Resûlüm!) De ki: Eğer ölümden veya öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçmanın size asla faydası olmaz! (Eceliniz gelmemiş ise) o takdirde de, yaşatılacağınız süre çok değildir.

Ahzab, 17:
De ki: Allah size bir kötülük dilerse, O’na karşı sizi kim korur; ya da size rahmet dilerse (size kim zarar verebilir)? Onlar, kendilerine Allah’tan başka ne bir dost bulurlar ne de bir yardımcı.

Ahzab, 18:
Allah, içinizden (savaştan) alıkoyanları ve yandaşlarına: “Bize katılın” diyenleri gerçekten biliyor. Zaten bunların pek azı savaşa gelir.

Ahzab, 19:
(Gelseler de) size karşı pek hasistirler. Hele korku gelip çattı mı, üzerine ölüm baygınlığı çökmüş gibi gözleri dönerek sana baktıklarını görürsün. Korku gidince ise, mala düşkünlük göstererek sizi sivri dilleri ile incitirler. Onlar iman etmiş değillerdir; bunun için Allah onların yaptıklarını boşa çıkarmıştır. Bu, Allah’a göre kolaydır.

Ahzab, 20:
Bunlar, düşman birliklerinin bozulup gitmedikleri evhamı içindedirler. Müttefikler ordusu yine gelecek olsa, isterler ki, çölde göçebe Araplar içinde bulunsunlar da, sizin haberlerinizi (uzaktan) sorsunlar. Zaten içinizde bulunsalardı dahi pek savaşacak değillerdi.

Ahzab, 21:
Andolsun ki, Resulullah, sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.

Ahzab, 22:
Müminler ise, düşman birliklerini gördüklerinde: İşte Allah ve Resûlü’nün bize vâdettiği! Allah ve Resûlü doğru söylemiştir, dediler. Bu (orduların gelişi), onların ancak imanlarını ve Allah’a bağlılıklarını arttırdı.

Ahzab, 23:
Müminler içinde Allah’a verdikleri sözde duran nice erler var. İşte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimi de (şehitliği) beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde (sözlerini) değiştirmemişlerdir.

Ahzab, 24:
Çünkü Allah sadâkat gösterenleri sadâkatları sebebiyle mükâfatlandıracak, münafıklara -dilerse- azap edecek yahut da (tevbe ederlerse) tevbelerini kabul edecektir. Şüphesiz Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.

Ahzab, 25:
Allah, o inkâr edenleri hiçbir fayda elde edemeden öfkeleri ile geri çevirdi. Allah (ın yardımı) savaşta müminlere yetti. Allah güçlüdür, mutlak galiptir.

Bu ayetlerde de Allah’ın klasik ‘Sizin için şöyle yapmıştık, böyle yapmıştık…’ söylemleri mevcut. İlginç olansa, burada sadece bir galibiyetten bahsedilmemesi, sıklıkla ‘Allah’ın yardımının’ vurgulanmasıdır. Mademki Allah bu kadar yardımsever bir ilahtır, bugün ‘ezilen’ Müslüman kitlelere neden yardım etmemektedir? Bu çok açık bir çelişki değil midir? Yoksa bu ayetlerdeki söz konusu galibiyet, zaten insanların kendi marifetleriydi ve Muhammed de bundan kendi ilahına pay mı çıkarmıştı?

Bir de şu 2 ayete bakalım:

Ahzab, 26:
Allah, ehl-i kitaptan, onlara (müşrik ordularına) yardım edenleri kalelerinden indirdi ve kalplerine korku düşürdü; bir kısmını öldürüyor, bir kısmını da esir alıyordunuz.

Ahzab, 27:
Allah, onların yerlerine, yurtlarına, mallarına ve ayak basmadığınız topraklara sizi mirasçı yaptı. Allah’ın her şeye gücü yeter.

Tefsirlerdeki anlatıma göre, bu 2 ayet, ‘Beni Kureyza katliamı’ndan bahsetmektedir. Ahzab suresinin 26. ayetindeki ‘onları öldürüyordunuz’ ifadesi ile katledilen Yahudiler, ‘esir alıyordunuz’ ifadesiyle de esir alınan kadınlar (yani cariyeler) kastedilmektedir. Dikkatle 27. ayeti de okursak, görüyoruz ki, Allah, onların topraklarına Müslümanları mirasçı yapmış.

Beni Kureyza katliamı, Muhammed’in önderliğinde gerçekleşen en büyük katliamlardan biridir. Yüzlerce Yahudi’nin kellesi kesilmiştir. Müslümanlar bunu ‘savunma savaşı’ diye anlatılar tabi. Eğer ‘katliam’ların ‘savunma savaşı’ diye anlatıldığı bir tarih görmek istiyorsanız, ‘İslam tarihi’ okuyabilirsiniz.

Bu surenin 27. ayeti bile, İslam dininin barbarlığını ortaya koymaya yeter. Müslümanlar, hangi hakla ‘ayak basmadıkları topraklara’ mirasçı olabilmişlerdir? Bu hakkı onlara kim vermiştir? Allah mı?

Katliamın bahanesi de, güya, Yahudilerin Müslümanlar için bir tehdit oluşturmasıdır. Hâlbuki bu bahanenin uydurma olduğu çok açıktır. Zira gerekçe, Muhammed’in Yahudi düşmanlığıdır. Elbette ‘Biz keyfi adam öldürdük.’ denilecek hali yoktu, bir bahane gerekiyordu. O bahane de kolayca bulunda ve ayetler arasındaki yerini aldı tabi ki.

Bu noktada ‘savaş’ konusu bitiyor ve konu birden ‘Muhammed’in eşleri’ne geliyor.

Ahzab, 28:
Ey Peygamber! Eşlerine şöyle söyle: Eğer dünya dirliğini ve süsünü (refahını) istiyorsanız, gelin size boşanma bedellerinizi vereyim de, sizi güzellikle salıvereyim.

Ahzab, 29:
Eğer Allah’ı, Peygamberini ve ahiret yurdunu diliyorsanız, bilin ki, Allah, içinizden güzel davrananlar için büyük bir mükâfat hazırlamıştır.

Ahzab, 30:
Ey peygamber hanımları! Sizden kim açık bir hayâsızlık yaparsa, onun azabı iki katına çıkarılır. Bu, Allah’a göre kolaydır.

Ahzab, 31:
Sizden kim, Allah’a ve Resûlüne itaat eder ve yararlı iş yaparsa ona mükâfatını iki kat veririz. Ve ona (cennette) bol rızık hazırlamışızdır.

Gördüğünüz gibi, bu 4 ayette, Muhammed’in eşleri belli konularda uyarılıyor. Yine aynı şekilde, Ahzab suresinin 32. ve 33. ayetlerinde de, Muhammed’in eşlerinin uyarıldığını görüyoruz:

Ahzab, 32:
Ey Peygamber hanımları! Siz, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer (Allah’tan) korkuyorsanız, (yabancı erkeklere karşı) çekici bir eda ile konuşmayın; sonra kalbinde hastalık bulunan kimse ümide kapılır. Güzel söz söyleyin.

Ahzab, 33:
Evlerinizde oturun, eski cahiliye âdetinde olduğu gibi açılıp saçılmayın. Namazı kılın, zekâtı verin, Allah’a ve Resûlüne itaat edin. Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.

Bu ayetlerde de Muhammed’in kıskançlığı hat safhada. Çekici bir eda ile konuşmayacaklar, örtünecekler vs. ‘Kara çarşaf’ın, Muhammed’in kıskançlığı yüzünden İslam’da yer ettiğini ayrıca belirtmeye gerek kalmadı herhalde.

Ahzab, 34:
Evlerinizde okunan Allah’ın âyetlerini ve hikmeti hatırlayın. Şüphesiz Allah, her şeyin iç yüzünü bilendir ve her şeyden haberi olandır.

Yine eşlere bir uyarı ve hatırlatma var. Gördüğünüz gibi, Kuran’ın bu 7 ayeti, sırf Muhammed’in eşlerine özel hitaplar içeriyor. Hiçbir evrensel özelliği yok. Dahası, bu ayetlerin, özellikle de Muhammed’in kıskançlığı yüzünden yazıldığı aşikâr.

Yine araya bir ayet konuyor, ‘konuyu dağıtma’ amaçlı:

Ahzab, 35:
Müslüman erkekler ve müslüman kadınlar, mümin erkekler ve mümin kadınlar, taata devam eden erkekler ve taata devam eden kadınlar, doğru erkekler ve doğru kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, mütevazi erkekler ve mütevazi kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve (ırzlarını) koruyan kadınlar, Allah’ı çok zikreden erkekler ve zikreden kadınlar var ya; işte Allah, bunlar için bir mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.

Bu ayette defalarca ‘erkekler’ ve ‘kadınlar’ kelimesinin kullanılması da tuhaf tabi. ‘İfade kıtlığı’ yaşayan bir ilahımız var sanki.

Kuran evrensel değildir

Bu 17 sayfalık makalede, Kuran’ın evrenselliği üzerine bir değerlendirme yapılacaktır. Yine tabi ki sadece Kuran ayetleri incelenecek, hadislere değinilmeyecektir.

Kuran’ın getirdiği ‘din’, sadece Araplara ve hatta sadece 7-8. yüzyıl Araplarına hitap eder. Günümüz insanlarıyla ya da Araplar dışındaki milletlerle kesinlikle alakası yoktur. Bunun sebebi ise kullanılan ‘dil’dir. Ve bunun kanıtı da ‘falanca’ ya da ‘filanca’ kaynak değil; Kuran’ın bizzat kendisidir. Şimdi bu kanıtları görelim:

1) Kuran’ı ‘anlayıp düşünecek’ olanlar

Kuran’ın Araplara ‘indiğini’ göz önünde bulundurursak, Arapça ‘indirilmiş’ olması da son derece normaldir tabi ki. Buna herhangi bir itiraz getirmiyoruz zaten. Nitekim ayetlerde de bu vurgulanıyor:

Rad, 37:
Ve böylece biz onu Arapça bir hüküm (hikmetli bir söz) olarak indirdik.

Taha, 113:
(Resulüm!) Biz onu böylece Arapça bir Kur’an olarak indirdik ve onda ikazları tekrar tekrar açıkladık.

Şuara, 195:
Apaçık Arapça bir dille.

Zümer, 28:
Korunsunlar diye, pürüzsüz Arapça bir Kur’an indirdik.

Bu ayetlerde herhangi bir çelişki ya da mantıksızlık görülmüyor. Arapların dili neyse, onlara inecek kitabın dili de o olmalıydı elbette.

Ancak Kuran’da bu konuyla ilgili 2 ayet var ki, diğer ayetlerden oldukça farklı. İlk olarak şu 2 ayete bakalım:

Zuhruf, 3:
Biz, ANLAYIP DÜŞÜNMENİZ İÇİN onu Arapça bir Kur’an kıldık.

Yusuf, 2:
ANLAYASINIZ DİYE biz onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik.

Konuyla ilgili diğer ayetlerden farklı olarak, bu ayetlerdeki ‘anlayıp düşünmeniz için’ ifadesi, bir çelişkiye yol açıyor. Arapça bir Kuran’ı ‘anlayıp düşünmek’ ya da ‘anlamak’ için, Arapça bilmek gerekir. Ancak biz Türkler, dünyadaki pek çok millet gibi, Arapça bilmiyoruz. Ana dilimiz Türkçe.

Peki, biz Türkler olarak, Arapça olan Kuran’ı nasıl anlayıp düşüneceğiz? Çünkü ayette, hem ‘anlayıp düşünmek’ ifadesi vurgulanıyor, hem de Kuran’ın Arapça indirilişinden bahsediliyor. Bu ikisinin bir arada bulunması, bir mantıksızlık oluşturuyor.

Mesela bu ayetlerde sadece ‘Anlayıp düşünmeniz için indirdik.’ deseydi, problem yoktu. Ama ‘Anlayıp düşünmeniz için Arapça indirdik.’ denildiği zaman, burada sadece ‘Arapça bilenlere/konuşanlara’ hitap edildiği görülüyor.

Şimdi bu ayetlerdeki mantığı, farklı örneklerle görelim:

– Biz, Türklerin anlaması için onu Arapça bir Kur’an kıldık.
– Biz, Çinlilerin anlayıp düşünmesi için onu Arapça bir Kur’an kıldık.
– Biz, Rusların anlayabilmesi için Arapça bir Kur’an indirdik.
– Biz, tüm dünyanın anlayabilmesi için Arapça bir Kur’an indirdik.

Oldu mu? Olmadı.

Demek ki Kuran’ın muhatabı Türkler ya da Araplar dışındaki diğer milletler değil. Araplara ‘Arapça’ indirilmiş olması normaldir, ama biz Türklere ya da Araplar dışındaki diğer milletlere, ‘anlayıp düşünmemiz için’ Arapça indirilmiş olması kabul edilemez. Çok açıktır ki, ‘anlayıp düşünecek’ bir durumumuz yok, çünkü Arapça bilmiyoruz.

Peki, bu işin bir çözümü yok mu? Tüm dünya Arapça öğrensin madem, olmaz mı?

Maalesef bu da olmaz. Çünkü Kuran böyle bir mantığa da itiraz ediyor. İşte kanıt:

Fussilet, 44:
Eğer biz onu, yabancı dilden bir Kur’an kılsaydık, diyeceklerdi ki, “Ayetleri tafsilatlı şekilde açıklanmalı değil miydi? Arab’a yabancı dilden (kitap) olur mu?”

Ayette ‘apaçık’ şekilde görülüyor ki, Arab’a yabancı dilden kitap indirilseymiş eğer, Arapların buna itiraz hakkı doğacakmış. Eğer Arab’a yabancı dilden kitap olmuyorsa, Türklere de olmaz, Fransızlara da, Çinlilere de… Aksi halde bu ayet, kendi içinde çelişmiş olur.

Şimdi biz, Türkler olarak soruyoruz, hani tıpkı ayetteki gibi: ‘Türklere yabancı dilden (Arapça) kitap olur mu?

Mademki Arapların bu durumu göz önünde bulunduruluyor, diğer milletler için de bu durum göz önünde bulundurulmalıydı. Bunun ise tek yolu olabilirdi. Türklere de peygamber gelecekti, Fransızlara da, İngilizlere de… ‘Türkçe kutsal kitap’ indirilecekti mesela. Ama İslam inancına göre Muhammed son peygamber. Yani bizim bu hakkımız da baştan elimizden alınmış. Bu ise açık bir çelişkidir.

Bir de ilave olarak şunu ekleyelim. Bildiğiniz gibi, Kuran’ın başka dillere yapılan çevirilerinde ve özellikle de Türkçeye yapılan çevirilerde; ‘meal hatası’, ‘çeviri hatası’ gibi itirazlar, Müslümanların dilinden hiç düşmez. Ortada herhangi bir çelişki ya da bilimsel, dilbilgisel vs. hata gördükleri anda, ‘meal hatası’ vs. diyerek hemen işin içinden sıyrılmaya çalışırlar. Ama bunun haricinde de, pek çok ayette gerçekten de çeviri hataları vardır.

Yani Kuran’ı Türkçeye daha ‘tam doğru’ olarak çevirebilen yok. Sırf bu bile, Kuran’ın evrensel olmadığını anlamaya yeter. Yoksa bugün bile hala daha, ‘O ayette öyle demek istemiyor.’, ‘O ayet yanlış çevrilmiş.’ diye insanlar birbirleriyle kavga eder miydi? İlginçtir ki, insanlar, Kuran’ın ne dediğini anlamayı bırakmış, ‘hangimiz daha doğru çevirdik’ diye birbirleriyle kavga ediyorlar artık. Sadece ilahiyatçılar değil, sokaktaki insan da bunu yapıyor.

Bazı kitleler de, Kuran’ın Türkçeye tam olarak çevrilemeyeceğini savunur. Böyle bir savunma, Kuran’ın evrensellik iddiasını zaten baştan bitirir. Yani böyle bir iddiayı ortaya atan birisiyle bu konuyu tartışmaya gerek kalmamıştır, zira kendisi de Kuran’ın evrensel olmadığını kabul etmiştir zaten. İnsanlar hiç düşünmez mi ki, Allah, başka dillere tam olarak çevrilemeyecek kitabı niye göndermiştir? Bunun sorulmaması ve sorgulanmaması çok tuhaf.

Daha da önemlisi, ben Allah’ın/Tanrı’nın emirlerini öğrenmek için neden başka bir dil öğrenmek zorundayım? Ya da bu kitleler, Allah’ın buyruklarını öğrenmek için; falanca hocaya, filanca ilahiyatçıya ya da onların meallerine/çevirilerine neden muhtaç olsunlar ve onlar da bu sayede köşeyi dönsün? Var mı böyle bir adalet?

Ayrıca onlara nasıl güveneceğiz? Nereden bilelim bize yalan/yanlış şeyler öğretmediklerini? Bu insanlara tam güvenmek, onları ‘putlaştırmak’ olmaz mı? Bir ilahiyatçı ‘Kuran’da kadına dayak yoktur.’ derken, öbürü ‘vardır’ diyor. Hangisi doğru söylüyor? Biz, gerçeği bulmak için yazı tura mı atacağız?

Ve doğrusunu öğrenmek için, illa ki başka bir dil (yani Arapça) öğrenmemiz gerekiyorsa, Fussilet suresinin 44. ayetinde vurgulanan şey ne olacak? Arab’a yabancı dilden kitap olmuyorsa, Türklere olmasının hiçbir mantığı yoktur. Aksi halde bu ayetin (Fussilet 44) hiçbir anlamı yok demektir.

Gördüğünüz gibi, Zuhruf suresinin 3. ayeti ve Yusuf suresinin 2. ayeti bile, Kuran’ın evrensel bir kitap olmadığını kanıtlamaya yetmektedir.

2) Kuran’ın hitap ettiği coğrafya

Şimdi şu 2 ayete bakalım:

Enam, 92:
Bu (Kur’an), Ümmü’l-kurâ (Mekke) ve çevresindekileri uyarman için sana indirdiğimiz ve kendinden öncekileri doğrulayıcı mübarek bir kitaptır.

Şura, 7:
Şehirlerin anası (olan Mekke’de) ve onun çevresinde bulunanları uyarman ve asla şüphe olmayan toplanma günüyle onları korkutman için, sana böyle Arapça bir Kur’an vahyettik.

Gördüğünüz gibi, Kuran’ın diğer dünya ülkeleriyle pek alakası yok. Hatta Arap coğrafyasıyla bile tam olarak alakası yok. ‘Mekke ve çevresi’ne hitap ediyor. Bu ayetteki ‘Ümmü’l-kura’, Mekke’nin diğer adıdır. Mekke’nin başka adları da var, Bekke gibi mesela. Yine mesela, Medine’nin diğer adı Yesrib’dir. Şehirlerin birden fazla isimleri var o dönemde. Nitekim, Kuran’da çok fazla ‘Mekke’ kelimesi geçmez, genellikle ‘Bekke’ diye geçer.

Ama yorumcular, bu ayetlerdeki durumu fark etmiş olacaklar ki, bu ifadeye ‘sözlük anlamını’ vererek ‘şehirlerin anası’ demişler. Bunu deyince de, ‘şehirlerin anası ve çevresi’ şeklinde bir ifade ortaya çıkmış, bu da (her nasıl olduysa artık) ‘bütün dünya’ anlamına gelivermiş!

Ne kadar inandırıcı öyle değil mi?

Şehirlerin anası ve çevresi… Yani bütün dünya, hatta bütün evren… Tabi.

Çünkü bir şeyin ‘çevresi’ demek, ‘bütün dünya’ ya da ‘bütün evren’ demektir. Sadece ‘kendi çevresi’ değildir. Bu işler böyledir. Yani çocuğunuza ‘Evin çevresinde oyna.’ dediğiniz zaman, çocuğunuz dünya turuna çıkabilir!

Bu ayetlerde ‘Mekke’ kelimesi geçmediği için, Müslümanlar genellikle bu açıktan faydalanmaya çalışır, bu konuyu savunurken. Ayetlerde ‘Mekke’ kelimesinin geçmemesi neyi değiştirir? Ayette ‘çevresi’ diye belirtilmiş açıkça. Bir şeyin çevresi, adı üstünde, bir şeyin ‘çevresi’dir. ‘Bütün dünya’ anlamına gelmez. İster şehirlerin anası olsun, ister babası olsun. Bu mu kurtaracak bu ayetteki mantıksızlığı?

Ayrıca, Şura suresinin 7. ayetindeki şu ifadeye tekrar bakalım:

Şehirlerin anası (olan Mekke’de) ve onun çevresinde bulunanları uyarman… için, sana böyle Arapça bir Kur’an vahyettik.

Şimdi burada, bir an için, ‘Şehirlerin anası ve çevresi’ ifadesinden ‘bütün dünya’ anlamını çıkardığımızı varsayalım. Yine 1. bölümde gördüğümüz türde bir hatayla karşılaşıyoruz. ‘Bütün dünya’yı uyarmak için Arapça indirilmiş bir kitap olması mümkün mü?

Bu ayetten ‘bütün dünya’ anlamının çıkıp çıkmayacağını kontrol edelim:

– Biz, İstanbul’dakileri uyarman için sana Arapça bir Kuran vahyettik.
– Biz, Paris’tekileri uyarman için sana Arapça bir Kuran vahyettik.
– Biz, Barcelona’dakileri uyarman için sana Arapça bir Kuran vahyettik.
– Biz, tüm dünyayı uyarman için sana Arapça bir Kuran vahyettik.

Oldu mu? Yine olmadı.

Burada da gördüğünüz gibi, Kuran’ın ‘Arapça indirilmesinde’ tek başına bir problem olmamasına rağmen, Kuran’ın ‘hitap ettiği kitle’ ve bu kitleye ‘hitap şekli’, ciddi çelişkilere neden oluyor. İlk 2 bölümde bu hatalar net şekilde görülüyor. Kuran, sadece ‘ana dili Arapça olanlar’a hitap ediyor. Türkler ise ne yazık ki, dünyadaki pek çok millet gibi, bu gruba girmiyor.

Ayrıca ‘Mekke ve çevresi’ ifadesinden ‘bütün dünya’ gibi bir mananın çıkmayacağını şu ayetten de anlayabiliyoruz:

Ankebut, 67:
Çevrelerinde insanlar kapılıp GÖTÜRÜLÜRKEN, bizim (Mekke’yi) güven içinde kudsî bir yer yaptığımızı görmediler mi? Hâla bâtıla inanıp Allah’ın nimetine nankörlük mü ediyorlar?

Gördüğünüz gibi, Mekke’nin çevresindeki insanlar götürülüyormuş. ‘Bütün dünya’ gibi bir anlam çıkmıyor.

3) Kuran sadece bir ‘kavim’ için indirilmiş/açıklanmış ve bu ‘kavim’ ibret almalıymış

Şimdi şu ayetlere bakalım.

Bakara, 118:
Gerçekleri iyice bilmek isteyen bir KAVİM için âyetleri apaçık gösterdik.

Bakara, 164:
Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri peşinden gelmesinde, insanlara fayda veren şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden gemilerde, Allah’ın gökten indirip de ölü haldeki toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde düşünen bir KAVİM için (Allah’ın varlığını ve birliğini isbatlayan) birçok deliller vardır.

Bakara, 230:
Allah bunları bilmek, öğrenmek isteyen bir KAVİM için açıklar.

Nisa, 78:
Bu KAVME ne oluyor ki bir türlü laf anlamıyorlar!

Maide, 50:
İyi anlayan bir KAVİM için, hükümranlığı Allah’tan daha güzel kim vardır?

Enam, 97:
Gerçekten biz, bilen bir KAVİM için âyetleri geniş geniş açıkladık.

Enam, 98:
Anlayan bir KAVİM için âyetleri ayrıntılı bir şekilde açıkladık.

Enam, 99:
Kuşkusuz bütün bunlarda inanan bir KAVİM için ibretler vardır.

Enam, 105:
Böylece biz âyetleri geniş geniş açıklıyoruz ki, «Sen ders almışsın» desinler de biz de anlayan KAVİM için Kur’an’ı iyice açıklayalım.

Enam, 126:
Bu (din), Rabbinin dosdoğru yoludur. Biz, öğüt alacak bir KAVİM için âyetleri ayrıntılı olarak açıkladık.

Araf, 32:
İşte bilen bir KAVİM için âyetleri böyle açıklıyoruz.

Araf, 52:
Gerçekten onlara, inanan bir KAVİM için yol gösterici ve rahmet olarak, ilim üzere açıkladığımız bir kitap getirdik.

Araf, 58:
İşte biz, şükreden bir KAVİM için âyetleri böyle açıklıyoruz.

Araf, 203:
Bu (Kur’an), Rabbinizden gelen basîretlerdir (kalp gözlerini açan beyanlardır); inanan bir KAVİM için hidayet ve rahmettir.

Tevbe, 11:
Biz, bilen bir KAVME âyetlerimizi böyle açıklıyoruz.

Yunus, 5:
O, bilen bir KAVME âyetlerini açıklamaktadır.

Yunus, 6:
Gece ve gündüzün değişmesinde (uzayıp kısalmasında) Allah’ın göklerde ve yerde yarattığı şeylerde, (Onu inkâr etmekten) sakınan bir KAVİM için elbette nice deliller vardır!

Yunus, 24:
İşte iyi düşünecek KAVİM için âyetlerimizi böyle açıklıyoruz.

Yunus, 67:
Şüphesiz bunda dinleyen bir KAVİM için ibretler vardır.

Yunus, 101:
De ki: «Göklerde ve yerde neler var, bakın (da ibret alın!)» Fakat inanmayan bir KAVME deliller ve uyarılar fayda sağlamaz.

Yusuf, 111:
Fakat o, kendinden öncekileri tasdik eden, her şeyi açıklayan (bir kitaptır); iman eden KAVİM için bir rahmet ve bir hidayettir.

Rad, 3:
Şüphesiz bütün bunlarda düşünen bir KAVİM için ibretler vardır.

Rad, 4:
İşte bunlarda akıllarını kullanan bir KAVİM için ibretler vardır.

Nahl, 11:
İşte bunlarda düşünen bir KAVİM için büyük bir ibret vardır.

Nahl, 13:
Yeryüzünde sizin için rengârenk yarattıklarında da öğüt alan bir KAVİM için gerçek bir ibret vardır.

Nahl, 65:
Şüphesiz ki bunda dinleyen KAVİM için bir ibret vardır.

Nahl, 67:
İşte bunlarda da aklını kullanan bir KAVİM için büyük bir ibret vardır.

Nahl, 79:
Kuşkusuz bunda inanan bir KAVİM için ibretler vardır.

Enbiya, 106:
İşte bunda, (bize) kulluk eden bir KAVİM için bir mesaj vardır.

Neml, 52:
Anlayan bir KAVİM için elbette bunda bir ibret vardır.

Neml, 86:
İman eden bir KAVİM için elbette bunda birçok ibretler vardır.

Kasas, 3:
İman eden bir KAVİM için (faydalı olmak üzere) Musa ile Firavun’un haberlerinden bir kısmını sana gerçek şekliyle nakledeceğiz.

Kasas, 46:
Bilakis, senden önce kendilerine uyarıcı (peygamber) gelmeyen bir KAVMİ uyarman için Rabbinden bir rahmet olarak (orada geçenleri sana bildirdik); ola ki düşünüp öğüt alırlar.

Ankebut, 24:
Doğrusu bunda, iman eden bir KAVİM için ibretler vardır.

Ankebut, 35:
Andolsun ki, biz, aklını kullanacak bir KAVİM için oradan apaçık bir ibret nişânesi bırakmışızdır.

Ankebut, 51:
Elbette iman eden bir KAVİM için onda rahmet ve ibret vardır.

Rum, 21:
Doğrusu bunda, iyi düşünen bir KAVİM için ibretler vardır.

Rum, 23:
Gerçekten bunda, işiten bir KAVİM için ibretler vardır.

Rum, 24:
Doğrusu bunda, aklını kullanan bir KAVİM için (alınacak) dersler vardır.

Rum, 28:
İşte biz âyetlerimizi, aklını kullanacak bir KAVİM için böylece açıklıyoruz.

Rum, 37:
Şüphesiz imanlı bir KAVİM için bunda ibretler vardır.

Zümer, 42:
Şüphe yok ki, bunda iyi düşünecek bir KAVİM için ibretler vardır.

Zümer, 52:
Şüphesiz bunda inanan bir KAVİM için ibretler vardır.

Fussilet, 3:
(Bu,) bilen bir KAVİM için, âyetleri Arapça okunarak açıklanmış bir kitaptır.

Zuhruf, 44:
Doğrusu Kur’an, sana ve KAVMİNE bir öğüttür. İleride ondan sorumlu tutulacaksınız.

Casiye, 4:
Sizin yaratılışınızda ve (Allah’ın) yeryüzünde yaydığı canlılarda, kesin olarak inanan bir KAVİM için ibret verici işaretler vardır.

Casiye, 5:
Gecenin ve gündüzün değişmesinde, Allah’ın gökten indirmiş olduğu rızıkta (yağmurda) ve ölümünden sonra yeri onunla diriltmesinde, rüzgârları değişik yönlerden estirmesinde, aklını kullanan bir KAVİM için dersler vardır.

Casiye, 13:
Elbette bunda düşünen bir KAVİM için ibretler vardır.

Casiye, 20:
Bu (Kur’an), insanlar için basiret nurları, kesin olarak inanan bir KAVİM için hidayet ve rahmettir.

Bu ayetler hakkında şüphesi olanlar için baştan belirtelim ki, ayetlerde bahsedilen, eski peygamberlerin kavimleri falan değil, Muhammed’in kavmidir. Ayetlerin geçtiği sureleri baştan sona okuyabilirsiniz.

Mealciler, bu ayetlerdeki ‘kavim’ kelimesini genellikle ‘toplum’ ya da ‘topluluk’ diye çevirmişlerdir. Tabi onlar da durumun farkındalar. O yüzden tek çare, meallerdeki kelimeleri böyle değiştirmek. İstisnasız olarak bu ayetlerin tümünde ‘li kavmin’ diye geçmektedir, yani ‘kavim’ diye belirtilmektedir. Topluluk olarak çevirsek bile, bu ‘topluluk’ zaten Araplardır, diğer milletler değil.

Gördüğünüz gibi, Kuran, ‘bilen bir KAVİM’ için açıklanmış ve ‘indirilmiş’ bir kitaptır. Bu da tabi ki Arap kavmidir, Muhammed’in kavmidir.

Yine aynı şekilde görüyoruz ki, Kuran’dan ibret alması gerekenler, ‘bütün dünya’ falan değil, bir ‘kavim’ sadece. Yani Amerika’da yaşayanların ibret almasına gerek yok. Sürekli Arap kavmi ile ilgileniyor Allah.

Özellikle, bu ayetlerde, seslenen kişinin Muhammed değil de Allah olması dikkat çekmektedir. Yani mesela bu ayetlerde Muhammed konuşsa/konuşturulsa, ‘kavim’ kelimesi belki mantıklı olabilirdi. Mesela Araf suresinin 188. ayetinde olduğu gibi:

Araf, 188:
De ki: “…Ben sadece inanan bir KAVİM için bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim.”

Diğer ayetler de böyle olsaydı, o zaman derdik ki: ‘Sonuçta Muhammed, kendi kavmine seslendiği için, “kavim” kelimesi kullanılması normaldir.

Ama diğer ayetlerde de Allah’ın hitap ettiği kitle, bir ‘kavim’den ibaret. Sadece Muhammed’in değil, Allah’ın görüş alanı da ‘Mekke ve çevresi’nde yaşayan bir ‘kavim’, yani Muhammed’in bağlı bulunduğu kavim sadece.

Mesela Kuran’da ‘Ad kavmi’, ‘Semud kavmi’, ‘Lut kavmi’ vs. derken, siz bunu ‘bütün dünya’ olarak mı anlıyorsunuz? Elbette hayır. Peki, Araplardan bahsedilirken kullanılan ‘kavim’ kelimesinden neden bu anlam çıkarılıyor?

Tabi ki din tüccarlarının tahtı sarılmasın diye.

4) Kuran ‘hangi amaçla’ indirilmiş?

Bakın, Kuran’ın ‘indirilme gerekçesini’, Kuran’ın kendisi nasıl anlatıyor:

Nahl, 64:
Biz bu Kitab’ı sana SIRF hakkında ihtilafa düştükleri şeyi insanlara açıklayasın ve iman eden bir KAVME de hidayet ve rahmet olsun diye indirdik.

Meryem, 97:
(Resûlüm!) Biz Kur’an’ı, SADECE, onunla Allah’tan sakınanları müjdeleyesin ve şiddetle karşı çıkan bir KAVMİ uyarasın diye senin dilinle (indirilip okutarak) kolaylaştırdık.

Secde, 3:
“Onu Peygamber kendisi uydurdu” diyorlar öyle mi? Hayır! O, senden önce kendilerine hiçbir uyarıcı (peygamber) gelmemiş bir KAVMİ uyarman için -doğru yolu bulalar diye- Rabbinden gönderilen hak (Kitap)tır.

Yasin, 5-6:
(Bu Kur’an) üstün ve çok merhametli Allah tarafından indirilmiştir. Ataları uyarılmamış, bu yüzden kendileri de gaflet içinde kalmış bir toplumu uyarman için indirilmiştir.

Zuhruf, 44:
Doğrusu Kur’an, sana ve kavmine bir öğüttür. İleride ondan sorumlu tutulacaksınız.

Demek ki Kuran, sadece ‘Muhammed’in kavminin sorunlarını çözmek için’ indirilmiş. Evrensel bir yönü var mı? Hayır.

Özellikle, Meryem 97’deki ‘sadece’ ve Nahl 64’teki ‘sırf’ kelimeleri önemlidir bu noktada. Demek ki Kuran’ın başka bir amacı yok. Bunu Kuran’ın kendisi söylüyor. Kuran’ın tek amacı, Muhammed’in kavminin sorunlarını çözmek.

Bu ayetleri okuyan ve idrak eden mealciler/ilahiyatçılar (yani Arap olmayanlar/ana dili Arapça olmayanlar), hala daha Müslüman kalabilmişler midir sizce? Ne dersiniz?

5) Allah’ın tehdit ettiği kitle de bir ‘kavim’ sadece

Tevbe, 80:
(Ey Muhammed!) Onlar için ister af dile, ister dileme; onlar için yetmiş kez af dilesen de Allah onları asla affetmeyecek. Bu, onların Allah ve Resûlünü inkâr etmelerinden ötürüdür. Allah fâsık KAVMİ hidayete erdirmez.

Tevbe, 96:
Onlardan razı olasınız diye size yemin edecekler. Fakat siz onlardan razı olsanız bile Allah fâsık KAVİMDEN asla razı olmaz.

Tevbe, 109:
Binasını Allah korkusu ve rızası üzerine kuran kimse mi daha hayırlıdır, yoksa yapısını yıkılacak bir yarın kenarına kurup, onunla beraber kendisi de çöküp cehennem ateşine giden kimse mi? Allah zalim KAVMİ doğru yola iletmez.

Saf, 5:
Bir zaman Musa kavmine: Ey kavmim! Benim, Allah’ın size gönderdiği elçisi olduğumu bildiğiniz halde niçin beni incitiyorsunuz? demişti. Onlar yoldan sapınca, Allah da kalplerini saptırmıştı. Allah, fâsık KAVMİ doğru yola iletmez.

Saf, 7:
İslâm’a çağırıldığı halde Allah’a karşı yalan uydurandan daha zalim kim olabilir! Allah, zalim KAVMİ doğru yola erdirmez.

Gördüğünüz gibi, Allah’ın tehditleri de Muhammed’in kavmine özel. Bu ayetlerde de ‘kavim’ kelimesi kullanılıyor yine. Diğer ayetlerden farklı bir durum yok ortada.

6) Muhammed ‘mahşer günü’ sadece kendi kavminden şikayetçi olacakmış

Furkan, 30:
Peygamber der ki: Ey Rabbim! KAVMİM bu Kur’an’ı büsbütün terk ettiler.

Gördüğünüz gibi, Muhammed’in de dünyadaki diğer insanlarla pek ilgisi yok. Kendi kavmiyle meşgul daha ziyade. Ne ilginç değil mi? Tesadüf hep bunlar.

Yine şu ayet de bu konuyla ilgili fikir verecektir:

Araf, 47:
Gözleri cehennem ehli tarafına döndürülünce de, ‘Ey Rabbimiz! Bizi zalim KAVİM ile beraber bulundurma!’ derler.

7) Her kavme kendi dilinde peygamber gönderilmiş

İbrahim, 4:
(Allah’ın emirlerini) onlara iyice açıklasın diye her peygamberi YALNIZ KENDİ KAVMİNİN DİLİYLE gönderdik.

Gördüğünüz gibi, her kavme kendi dilinde peygamber gönderilmiş. Olması gereken de bu zaten. Peki, Türklerin Türkçe konuşan peygamberleri var mı? Ya da oldu mu? Hani bizim Türkçe kutsal kitabımız? Bu ayet, kendi kendini yalanlamış olmuyor mu?

Daha da önemlisi, bu ayet; Muhammed’in sadece Arapça konuşan insanlara (yani Arap kavmine) gönderildiğini kanıtlamaz mı? Buna ‘Ama Muhammed öyle değil.’ diyemezsiniz, çünkü ayette ‘her peygamber’ diyor. ‘Muhammed hariç her peygamber’ demiyor. Yakında meal parantezlerinin içinde bu ifadeyi de görürseniz şaşırmayın tabi.

8) Kuran’daki ‘Ey iman edenler!’ ifadesi

Kuran’da ‘Ey iman edenler!’ diye seslenilen kitle de sadece Muhammed’in kavmidir. Tüm dünya falan değildir. Görelim:

Tevbe, 38-39:
EY İMAN EDENLER! Size ne oldu ki, “Allah yolunda savaşa çıkın!” denildiği zaman yere çakılıp kalıyorsunuz? Dünya hayatını ahirete tercih mi ediyorsunuz? Fakat dünya hayatının faydası ahiretin yanında pek azdır. Eğer (gerektiğinde savaşa) çıkmazsanız, (Allah) sizi pek elem verici bir azap ile cezalandırır ve yerinize sizden başka bir KAVİM getirir; siz (savaşa çıkmamakla) O’na hiçbir zarar veremezsiniz. Allah her şeye kadirdir.

Maide, 54:
EY İMAN EDENLER! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven müminlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir KAVİM getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah’ın, dilediğine verdiği lütfudur. Allah’ın lütfu ve ilmi geniştir.

Muhammed, 33-38:
EY İMAN EDENLER! Allah’a itaat edin, Peygambere itaat edin. İşlerinizi boşa çıkarmayın. İnkâr edip Allah yolundan alıkoyanları ve sonra da kâfir olarak ölenleri Allah asla bağışlamaz. Üstün durumda iken gevşeyip barışa çağırmayın. Allah sizinle beraberdir. O amellerinizi asla eksiltmeyecektir. Doğrusu dünya hayatı ancak bir oyun ve eğlencedir. Eğer iman eder ve sakınırsanız Allah size mükâfatınızı verir. Ve sizden mallarınızı (tamamen sarfetmenizi) istemez. Eğer onları (tamamını) isteseydi ve sizi zorlasaydı, cimrilik ederdiniz ve bu da sizin kinlerinizi ortaya çıkarırdı. İşte sizler, Allah yolunda harcamaya çağırılıyorsunuz. İçinizden kiminiz cimrilik ediyor. Ama kim cimrilik ederse, ancak kendisine cimrilik etmiş olur. Allah zengindir, siz ise fakirsiniz. Eğer O’ndan yüz çevirirseniz, yerinize sizden başka bir KAVİM getirir, artık onlar sizin gibi de olmazlar.

Gördüğünüz gibi, Kuran’da ‘Ey iman edenler!’ denildiği zaman, sadece ‘Arap kavminden/ana dili Arapça olanlardan’ bahsedilmektedir. Dünyadaki diğer insanlar ile bir alakası yoktur.

9) Kuran’daki ‘insanlar’ ifadesi

Bu konuyla ilgili bazı ayetler var. Mesela şu ayet:

Al-i İmran, 138:
Bu (Kur’an), BÜTÜN İNSANLIĞA bir açıklamadır; takva sahipleri için de bir hidayet ve bir öğüttür.

Bu ayette ‘bütün insanlık’ diye bir ifade yok, sadece ‘insanlar’ diyor. Meallerde bilinçli olarak tahrifat yapılmış. Ellerinden gelse ‘bütün evren’ diyecekler. Doğrusunu biz yazalım:

Al-i İmran, 138 (doğrusu):
Bu (Kur’an), İNSANLARA bir açıklamadır; takvâ sahipleri için de bir hidayet ve bir öğüttür.

Peki, bu ‘insanlar’ kimlerdir? Tabi ki Arap kavmidir.

Şimdi de ‘bütün insanlar’ diye belirtilen ayete bakalım:

Sebe, 28:
Biz seni BÜTÜN İNSANLARA ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik; fakat insanların çoğu bunu bilmezler.

Aslında bu ayet de doğru çevrilmiş sayılmaz. Ayette ‘bütün insanlar’ demiyor, ‘insanların hepsi’ diyor. Bu insanlar da yine Arap kavmi tabi ki. Yani ‘Mekke ve çevresindeki insanların hepsi’ anlamındadır. ‘Dünyadaki insanların hepsi’ anlamında değildir.

Şimdi de bu iddiamızı bazı ayetlerle kanıtlayalım:

Tevbe, 3:
Hacc-ı ekber (en büyük hac) gününde Allah ve Resûlünden İNSANLARA bir bildiridir: Allah ve Resûlü müşriklerden uzaktır. Eğer tevbe ederseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. Ve eğer yüz çevirirseniz bilin ki, siz Allah’ı âciz bırakacak değilsiniz. (Ey Muhammed)! o kâfirlere elem verici bir azabı müjdele!

Bildiğiniz gibi, Tevbe suresi, bir ‘ültimatom’ ile başlıyor. Yani burada tehdit edilen kitle, sadece belli bir kitledir. Tüm dünya falan değildir. Buna rağmen neden ‘insanlar’ diye tabir edilmiş? Çünkü bu kelimenin Kuran’da ‘evrensel’ bir manası yok.

Enam, 91:
(Yahudiler) Allah’ı gereği gibi tanımadılar. Çünkü «Allah hiçbir beşere bir şey indirmedi» dediler. De ki: Öyle ise Musa’nın İNSANLARA bir nûr ve hidayet olarak getirdiği Kitab’ı kim indirdi?

Bu ayetten ‘bütün dünya’ gibi bir anlam çıkar mı? Çıkmaz elbette. Bu ayetteki ‘insanlar’ kelimesi, Musa’nın kavmi için kullanıldığına göre; yukarıdaki ayetlerde de Arap kavmi için kullanılmış demektir. Dünyadaki diğer insanlarla bir ilgisi yoktur. Aksi halde, bu ayete bakarak, Musa’nın da tüm zamanlara ve tüm dünyaya gönderilmiş bir peygamber olduğunu söylememiz gerekir.

Araf, 144:
(Allah) Ey Musa! dedi, ben risaletlerimle (sana verdiğim görevlerle) ve sözlerimle seni İNSANLARIN başına seçtim. Sana verdiğimi al ve şükredenlerden ol.

Allah ne yapmış? Musa’yı insanların başına seçmiş. Musa, (Kuran’a göre) tüm dünya halklarının mı peygamberidir ya da tüm zamanlara mı gönderilmiştir? Hayır elbette.

Kasas, 43:
Andolsun biz, ilk nesilleri yok ettikten sonra Musa’ya, -düşünüp öğüt alsınlar diye- İNSANLAR için apaçık deliller, hidayet rehberi ve rahmet olarak o Kitab’ı (Tevrat’ı) vermişizdir.

Demek ki Kuran’daki ‘insanlar’ kelimesi, evrensel bir anlam içermiyor.

Zaten mantıksal olarak baktığımızda da, Kuran, ‘bütün insanlığa’ gönderilmiş olamaz. Kutuplarda ibadet ile ilgili ayet yoktur mesela. O yüzden de İslam âlimleri, kendi kafalarından çözümler üretmişlerdir. Hani ‘Bu meseleyi Allah unutmuş, o halde biz halledelim.’ demiş insanlar, asırlar boyunca. Tuhaf bir durum tabi.

 10) Kuran’daki ‘âlem’ kelimesi

Müslümanlar, Kuran’ın tüm dünyaya hitap ettiğini söylemek için şu ayetleri kullanırlar:

Enam, 90:
Bu (Kur’an) âlemler için ancak bir öğüttür.

Yusuf, 104:
Kur’an, âlemler için ancak bir öğüttür.

Sad, 87:
Bu Kur’an, ancak âlemler için bir öğüttür.

Kalem, 52:
Oysa o (Kur’an), âlemler için ancak bir öğüttür.

Ya da şu ayeti:

Enbiya, 107:
(Resulüm!) Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.

Bu ayetlerde ‘âlemîne’ diye tabir ediliyor. Acaba bu, bildiğimiz anlamda ‘âlemler’ mi, yoksa başka bir anlamı var mı?

Öncelikle, bu ayetlerdeki ‘ancak’ kelimesine odaklanmamız gerekir. Neden böyle söylenmiş? Elbette bunun bir sebebi var. Çünkü bu mealler doğru değil. Doğrusunu verelim:

Enam, 90:
Bu (Kur’an) ancak BİLENLER için bir öğüttür.

Yusuf, 104:
Kur’an, ancak BİLENLER için bir öğüttür.

Sad, 87:
Bu Kur’an, ancak BİLENLER için bir öğüttür.

Kalem, 52:
Oysa o (Kur’an), ancak BİLENLER için bir öğüttür.

Enbiya, 107:
(Resulüm!) Biz seni ancak rahmetimizi BİLMELERİ için gönderdik.

Bu ayetler bu şekilde olmalıdır. Çünkü bu ayetlerdeki bu kelimeleri, bildiğimiz anlamda ‘âlemler’ diye alamayız. Diyelim ki dünya dışında başka bir gezegende de canlılık var. Bu canlılar, Kuran’dan sorumlu mu? Hayır. Çünkü 1400 sene geçmiş ve daha Kuran’ı bilmiyorlar bile. O halde Kuran’ın bu canlılara hitap etmesi gibi bir durum yoktur. Zaten Kuran, dünya dışında bir canlılıktan da bahsetmez.

Bu ayetler, Kuran’ın ‘kimlere’ indirildiğini değil, ‘hangi amaçla’ indirildiğini söylüyor bize. Kuran’ın kimlere indirildiğini, özellikle ilk 7 bölümde görmüştük. Sürekli ‘bilen bir KAVİM için’ indirildiğini söylüyordu. Bu ayetlerin de bu şekilde çevrilmesi gerekir.

Demek ki bu ayetlerden ‘tüm evren’ gibi bir mana çıkmaz. Eğer ‘tüm evren’ gibi bir mana çıkmıyorsa, ‘tüm dünya’ gibi bir anlam da çıkmaz. Çünkü bu durumda; hem ilk 7 bölümde işlediğimiz ayetlerin tümüyle çelişir, hem de bu kelimenin Kuran’daki kullanımı zaten buna müsait değildir.

Çünkü ‘âlem’ kelimesi, Kuran’da başka ayetlerde de kullanılıyor. Ama bildiğimiz anlamda ‘âlemler’ diye kullanılmıyor. Mesela 3. bölümde gördüğümüz ayetlerden bazıları buna örnek olarak verilebilir:

Enam, 97:
Gerçekten biz, BİLEN bir toplum için âyetleri geniş geniş açıkladık.

Araf, 32:
İşte BİLEN bir topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz.

Tevbe, 11:
Biz, BİLEN bir kavme âyetlerimizi böyle açıklıyoruz.

Yunus, 5:
O, BİLEN bir kavme âyetlerini açıklamaktadır.

Fussilet, 3:
(Bu,) BİLEN bir kavim için, âyetleri Arapça okunarak açıklanmış bir kitaptır.

Bu ayetlerin tümünde, ‘bilen’ anlamında ‘ya’lemûne’ kelimesi kullanılmıştır. Yukarıda gördüğümüz ayetlerde de ‘âlemîne’ şeklindeydi. Her iki kelimenin içinde de ‘âlem’ ifadesi var. Bu da bize, Kuran’daki ‘âlem’ kelimesinin ‘bilen’ anlamına geldiğini gösteriyor.

Başka örnekler verelim:

Zümer, 9:
Yoksa geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibadet eden, ahiretten çekinen ve Rabbinin rahmetini dileyen kimse (o inkârcı gibi) midir? (Resûlüm!) De ki: Hiç BİLENLERLE BİLMEYENLER bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür.

Bu ayetlerde de ‘bilen’ anlamında ‘ya’lemûne’ kelimesi kullanılmıştır.

Mesela şu ayette de durum aynıdır:

Enbiya, 7:
Biz, senden önce de, kendilerine vahiy verdiğimiz kişilerden başkasını peygamber olarak göndermedik. Eğer BİLMİYORSANIZ zikir ehline sorunuz.

Enbiya suresinin 7. ayetinde ‘ta’lemûne’ diye veriliyor. Bunu bildiğimiz anlamda ‘âlem’ diye alabilir miyiz? Elbette hayır.

Yusuf, 77:
(Kardeşleri) dediler ki: «Eğer o çaldıysa, daha önce onun bir kardeşi de çalmıştı.» Yusuf bunu içinde sakladı, onlara açmadı. (Kendi kendine) dedi ki: Siz daha kötü durumdasınız! Allah, sizin anlattığınızı çok iyi BİLİR.

Yusuf suresinin 77. ayetinde ‘Allah… çok iyi bilir.’ deniyor. Buradaki ‘çok iyi bilir’ ifadesinin Arapça verilişi ‘a’lemu’ şeklindedir.

Sad, 88:
Onun verdiği haberin doğruluğunu bir zaman sonra çok iyi bileceksiniz/öğreneceksiniz.

Buradaki ‘bileceksiniz’ kelimesi de Arapça metinde ‘talemunne’ olarak veriliyor.

Bu konudaki kafa karışıklıklarını gidermek için, söz konusu kelime üzerinde biraz durmak gerekiyor. Önce şu paragrafı okuyalım:

Bütün varlıklar (mahlûklar) Allahın varlığına ALAMET olduğu için, onun varlığını gösterdiği için mahlûkatların hepsine ÂLEM denilmeye başlanmıştır (Hz. Muhammed’den çok sonra, Kuran’dan çok sonra böyle denilmeye başlanmıştır.). Daha sonra da varlıkların ayrı ayrı olan cinslerinin her birine ÂLEM denilmeye başlanmıştır. Örneğin İnsanlar Âlemi, Melekler Âlemi, Hayvanlar Âlemi, Cansızlar Âlemi vs. Hatta bazı düşünürler her varlık ve her cisim ayrı bir âlemdir demeye bile başlamışlardır. (ŞERH-İ MEVAKIF-ŞERİF ALİ CÜRCANİ)

Görüldüğü gibi, Kuran’daki ‘âlem’ kelimesi, bariz bir şekilde ‘bilenler’ anlamını taşımaktadır. Daha sonraki zamanlarda, bildiğimiz anlamda ‘âlemler’ olarak kullanılmaya ve tercüme edilmeye başlamıştır. Bunun amacı da belli.

Demek ki Kuran, sadece, ‘bilenler’ için, hatta biraz daha detaylandırırsak, sadece ‘bilen bir kavim’ için ‘indirilmiş’ bir kitaptır. ‘Âlemler’le falan alakası yoktur.

Hadi diyelim ki gerçekten de bu ayetlerdeki bu Arapça kelime, ‘âlemler’ anlamına gelsin. Peki, bundan önceki bölümlerde gördüğümüz diğer ayetler ne olacak? ‘Arab’a yabancı dilden kitap olur mu?’ ifadesi bile tek başına yeterlidir bu konuda. Kaldı ki tek kanıt bu da değil zaten, gördüğünüz gibi bu konuda çok sayıda ayet var. İlk 7 bölümde işlediğimiz tüm ayetleri çöpe atıp, bunlar gibi 3-5 ayete mi sarılacağız? Bunun, gözlerimizi kapatıp kendimizi kandırmaktan bir farkı olmaz.

Ayrıca Kuran, mantıksal olarak baktığımızda da, âlemlere rahmet olamaz. Düşünün ki günün birinde, Dünya üzerinde hayat bitti, insanlar da ‘falanca’ gezegende yaşamaya başladı. Peki, hac ibadeti nasıl olacak? Başka gezegenlerde Kâbe var mı? Ya da melekler yenisini yapar mı acaba? O zamana kadar kıyamet kopar mı dersiniz? Masallar bitmez tabi, doğru. Hiçbir şey bulamazlarsa, ‘kıyamet masalı’nı anlatırlar.

Ne olacak tüm yaşam başka bir gezegene taşınırsa? Buna benzer bir örneği Kuran’da niye bulamıyoruz? Çünkü Kuran, 7. yüzyıl zihniyetiyle yazılmış ‘insan ürünü’ bir kitap. O devirde, Dünya dışında, ‘falanca’ gezegende canlılık mümkün görülmüyordu. Ya da insanların ‘falanca’ gezegene gidebileceği öngörülmüyordu. En azından Araplar için bunu söyleyebiliriz. Ay’a gidilebileceğine bile inanmayan insanlardan bahsediyoruz.

Görüldüğü gibi, Kuran’ın hitap ettiği kitle ve zaman, oldukça kısır kalmıştır.

Tekrar etmekte fayda görüyorum. Kuran’ın ‘âlemlere’ gönderildiğini iddia etmek demek; hem bu bölümde işlediğimiz tüm detayları görmezden gelmek demektir, hem de ilk 7 bölümde işlediğimiz tüm ayetlerin ‘nesh’ edildiğini ve çöpe atılması gerektiğini kabul etmek demektir.

11) Konuyu destekleyici bazı ayetler

Bu konuda bizi haklı çıkaracak bazı ayetler var. Mesela, Müslümanların 21. yüzyılda ‘mızrak’ ile imtihanı:

Maide, 94:
Ey iman edenler! Allah sizi ellerinizin ve MIZRAKLARINIZIN erişeceği bir avlanma ile (onu yasak ederek) dener ki gizlide (kimsenin görmediği yerde, gerçekten) kendisinden kimin korktuğu ortaya çıksın.

Bu ayetteki ‘rimâhu-kum’ kelimesi, ‘mızraklar’ anlamında kullanılıyor. Kuran’da böyle bir ayet varken, hangi evrensellikten bahsedeceğiz? Sadece ‘Allah sizi avlanma ile dener.’ deseydi, sorun olmazdı. Ama ‘Allah sizi MIZRAKLARINIZIN erişeceği bir avlanma ile dener.’ diyor. 21. yüzyılda ‘mızrak’ mı kalmış? Av tüfeği kullanıyoruz artık.

Yine şu ayet de ilginçtir:

Enfal, 60:
Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen ATLAR hazırlayın, onunla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah’ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz.

Ayette ‘Cihad için bağlanıp beslenen ATLAR hazırlayın.’ diyor. Bu devirde ‘AT’ mı kaldı? İnsanlar bu iş için, tank ya da diğer motorlu taşıtları kullanıyor artık. Çünkü bu ayette de durum aynı. Sadece ‘Cihad için hazırlanın.’ deseydi, problem olmazdı. Ama ayette özellikle atların belirtilmesi, bir çelişkiye yol açıyor.

Son olarak, şu ayete bakalım:

Hac, 27:
İnsanlar arasında haccı ilân et ki, gerek YAYA OLARAK, gerekse nice uzak yoldan gelen argın DEVELER ÜZERİNDE sana gelsinler.

İşte bu noktaya kadar işlediğimiz tüm ayetlerde haklı olduğumuzu kanıtlayan bir ayet daha. Bu ayete göre, hacca gitmek isteyenler; ya yaya olarak gidecek, ya da develer üzerinde. Ayette özellikle develerin belirtilmiş olması, yine bir çelişkiye yol açıyor. Sadece ‘Hacca gidin.’ deseydi sorun olmazdı. Ancak ayette ‘deve’nin de zikredilmesi, Kuran’ın evrenselliği ile çelişmektedir.

Hatta bu ayette, ‘feccin’ ve ‘amîkın’ kelimeleri de önemlidir. ‘Uzak dağ yolu’ anlamına gelmektedir. Bu ayete bakıp da Kuran’ın tüm dünyaya hitap ettiğini söylemeniz imkânsızdır. Ama bu ayete bakarak, Kuran’ın ‘Mekke ve çevresi’ne hitap ettiğini de göz önünde bulundurursanız, tüm parçalar yerine oturuyor. Çünkü Mekke ve çevresinde yaşayanların, hac ibadeti için deve ile yolculuk yapması mümkün. Dünyadaki pek çok insan için ise bu mümkün değil.

Bu durumda, Türkiye’den uçakla hacca gidenlerin tümümün hacılığı geçersizdir.

Böyle ayetler barındıran bir kitabın tüm zamanlara hitap ettiğini düşünmek ya da evrensel olduğunu iddia etmek mantıklı olur mu? Mealcilerin de bu ayetleri düzeltmeye çalışmaktan belleri bükülmüştür gerçi, o da ayrı konu.

12) Konuya ilave bilgiler

Kuran’ın evrensel olmamasıyla ilgili bunca kanıt verdikten sonra, bir de şunlara bakalım.

– Kutuplarda namaz ve oruç hakkında hiçbir ayet olmaması
– Arapların bildiği meyveler dışında başka meyve isimlerinin Kuran’da yer almaması
– Arapların bildiği hayvanlar dışında başka hayvan isimlerinin Kuran’da yer almaması

Kuran’da bunlar gibi onlarca eksik vardır.

Bunların olması gerekir miydi? Elbette gerekirdi. 600 sayfalık bir kitapta, sürekli incir, üzüm, hurma… muhabbeti yapılıyorsa, sürekli olarak ‘deve’ örneği veriliyorsa, bu sizi şüphelendirmelidir. Buna ‘Kutup ayısını mı anlatacaktı?’ diye itiraz etmek amatörlük olur. Evet, bunca ‘deve’ örneğinin arasında, bir ‘kutup ayısı’, bir ‘kanguru’ vs. olmalıydı. Belki o zaman böyle bir konu yazmaya gerek de duymazdık. Bir tane bile yetebilirdi. Ama yok maalesef.

13) Yapılan savunmalar

Bu konuda yapılan savunmalar ise oldukça zayıftır. Mesela ‘Mekke ve çevresi’nin ‘bütün dünya’ anlamına geldiğini söyleyenler vardır. Yani yapılan savunmalar bu kadar saçma ve yüzeyseldir. Ki bunun yanlış olduğunu da 2. bölümde gösterdik.

Bu konuda yapılan bir başka savunma ise, işin ne kadar dramatik boyutta olduğunu gözler önüne seriyor. Kutuplarda ibadetle ilgili ayetler olmadığı için, bazı Müslümanlar, kutuplarda yaşayanların bu ibadetlerden ‘sorumlu olmadığını’ söyleyerek, işin içinden sıyrıldıklarını zannediyorlar.

Böyle bir savunma kabul edilebilir mi? Bunu kabul etmek demek, zaten Kuran’ın evrensel olmadığını kabul etmek demektir. Yani bırakın ‘evren’i falan, tüm dünyaya bile hitap edemediğini zaten kabul etmiş oluyorsunuz. Hem bunu söyleyip, hem de ‘Kuran evrenseldir.’ demek, aklını cebine koyup konuşmaktan farksızdır.

Ya da kutuplarda yaşayanların, Mekke’ye göre ibadet yapacağı söylenir. Ama bu da doğru değildir. Çünkü Kuran’da böyle bir belirtme yoktur. Koskoca Allah, kutuplar için 1 ayet bile indirememiş, bu eksikliği kul tamamlıyor.

Şimdi Allah mı insanları koruyor? Yoksa insanlar mı Allah’ı koruyor?

14) Sonuç

Müslümanlar, Kuran’ın Arapça ‘indirilmiş’ olmasını alaycı bir dille savunup, ‘Çince mi inecekti?’ gibi itirazlar öne sürerler. Elbette burada ele aldığımız konu, Kuran’ın ‘Arapça inmiş olması’ falan değildir. Kuran, tabi ki Arapça olacaktı. Çünkü gönderildiği kavim Arapça konuşuyordu.

Sorun şu ki; burada sadece Arapça bilen/konuşan bir ‘kavim’ muhatap alınmakta. Özellikle Fussilet suresinin 3. ve 44. ayetleri bunu net şekilde kanıtlamaktadır.

Yani gördüğünüz gibi, İslam dininin, Türklerle falan alakası yoktur. Diğer milletlerle de alakası yoktur. Ne yazık ki ortada ‘kraldan çok kralcılık’ durumu vardır. Çünkü din, bir ticaret yuvasıdır ve kimse de bu kurumun ölmesini istemiyor. Yoksa bu ayetlerdeki gerçeği İslam âlimleri de çok iyi biliyorlar. Hatta muhtemelen pek çoğu bunları fark ettikten sonra İslami terk ettiler. Ama bunu gizliyorlar elbette. Birincisi, ölmemek için; ikincisi, bu ticaret yuvasından nemalanmaya devam etmek için.

Ayrıca Kuran; sadece Araplara hitap etmekle kalmaz, sadece 7. yüzyıl insanlarına hitap eder. Yani günümüz Araplarıyla bile ilgisi yoktur. Günümüz Araplarına hitap etmez, çünkü günümüzde konuşulan Arapça ile 7. yüzyıl Arapçası farklıdır. Kuran’daki bazı kavramları çözebilmeniz için, 7. yüzyıl Arapçasına vakıf olmanız gerekir. Bunu İslam âlimlerinin kendisi söylüyor zaten.

Bu da Kuran’ın, ‘tüm zamanlara’ gönderilen bir kitap olduğu iddiasını çürüten başka bir detaydır.

Siz, haklı olarak, ‘Bunu Türk ilahiyatçılar göremiyor mu?’ diye sorabilirsiniz. Görüyorlar elbette. Gördükleri anda da İslam’ı terk ediyorlar. Neden ses çıkarmadıkları ise bellidir. Din, bir ticaret yuvası. Bunu kim yıkmak ister ki, öyle değil mi? Ayrıca ses çıkarsalar, başlarına gelecek olan da belli. Nitekim bu sesi Turan Dursun çıkardı ve başına gelenler belli. Durum bu.

Tüm bu gerçekleri gördüğünüz halde, hala daha ‘falanca âlim’in sözüne aldanarak kendinizi kandırmaya devam edebilirsiniz.

Kuran’da sübyancılık-2

Bir önceki yazımda henüz menstrüasyon dönemine bile girmemiş küçük kız çocuklarıyla evlenmenin ve cinsel ilişkiye girmenin dinen caiz yani meşru olduğu hükmünün hangi Kuran ayetlerinden çıktığı anlatılmış ve husus çok sayıda farklı tefsir ve fıkıh kaynaklarıyla da temellendirilmişti. Hâlâ birçok İslam ülkesinde yaşanmakta olan ‘küçücük kızların kocalarının yatak odalarına teslim edilmesi gerçeği’nin sadece örf, töre, geri kalmışlık ve cehalet gibi sosyolojik koşullarla değil aynı zamanda doğrudan doğruya İslam diniyle ilintili olduğu gösterilmişti.

Bu yazımda ise Kuran’dan çıkan bu hükmü içlerine sindiremeyen bazı Müslümanların (dinî neşriyatta, televizyon programlarında, internet blog ve forumlarında) geliştirdiği çeşitli itiraz ve savunma mekanizmalarını işlemeye çalışacağım. Bu sözde argümanların bazıları Kuran’dan bu hükmün çıktığı gerçeğini reddetmeye çalışırken diğer bir kısmı da hükmü, birinci yazıda gösterildiği şekliyle kabul edip müdafa etmeye (yani bunda eleştirilecek birşey olmadığını göstermeye) yelteniyor.

Aşağıda tek tek ele alınacak bu argümanları ve verilecek cevapları takip edebilmek için >birinci yazıdaki< açıklamaların göz önünde bulundurulması gerekir.

I. Talâk/4 ayeti gerçekten de küçük olduğu için henüz âdet görmeyenleri kapsıyor mu?

1. Talak/4′ün Lâfzî Manası
2. İddet ve Gebelik İhtimali
3. Tefsir Kaynakları

II. Kızın Rızası
III. Nikâhta “Denklik Şartı” Küçük Kızların Evlendirilmesine Dinen Engel Mi?
IV. ‘Örf/Maruf’ Küçük Kızların Evlendirilmesine Dinen Engel Olabilir mi?
V. ‘Halvet’ Teriminin Fıkıhtaki Yeri Küçük Kızların Evlendirilmesine Dinen Engel Olabilir mi?
VI. Kuran, ‘Evrenselliğin’ Bir Gereği Olarak Mı Yaş Sınırı Belirlemedi?
VII. Çocuklarla Evliliğin ve Gerdeğin ‘Eskiden’ Normal Karşılanıyor Olması Ne İfade Eder?
VIII. İklim ve Besin Farklılığı ile Çocuk Yaşta Bir Kız ‘Olgun’ Olabilir Mi?
IX. Sonuç

I. Talâk/4 ayeti gerçekten de küçük olduğu için henüz âdet görmeyenleri kapsıyor mu?

1. Talak/4′ün Lâfzî Manası

Birçok meal Talâk/4′ün tercümesinde “henüz” sözcüğünü kullanmış. Fakat ayetin Arapçasında lâfzen (sözcük olarak) “henüz” kelimesi geçmiyor. Diğer yandan sorunun ‘meal kaynaklı’ olmadığı da belli. Çünkü bizzat Arapça okuyan ve yazan İslam âlimleri bu ayetin “küçük olduğundan dolayı henüz âdet görmeyen kızları” da kapsadığını yazmış. Çünkü ayetin lafzı ve mantığı bunu gösteriyor. Üstelik ayetin nüzul sebebini teşkil eden hadisler de açıkça bunun altını çizmekte…

Ama bu alt başlıkta tefsirleri, hadisleri bir kenara bırakarak önce sadece ayetin salt lâfzî manasını ele alalım.

Talâk/4
Kadınlarınızdan âdetten kesilmiş olanlarla âdet görmeyenler hususunda tereddüt ederseniz onların bekleme süresi üç aydır. Hamile olanların bekleme süresi ise doğum yapmalarıyla sona erer. Kim Allah’a karşı gelmekten sakınırsa Allah ona işinde bir kolaylık verir.

Bundan da evvel Kuran’dan bağımsız olarak bir soralım: Dişi olup da hayız görmeyenler kimlerdir?

(1) Yaşlılıktan dolayı hayızdan kesilenler
(2) Henüz küçük olduğu için hayız görmeyenler
(3) Hamileler

Bu üç ana (normal/doğal) kategoriye bir de patolojik bir durum olarak

(4) hastalıktan dolayı hayız görmeyenleri ekleyebiliriz.

Talâk/4′te lâfzen geçen kategoriler hangileridir?

(a) ”Hayızdan kesilenler”
(b) ”Hayız görmeyenler”
(c) ”Hamileler”

Dolayısı ile (b), (2)’yi her halükârda lâfzen kapsamaktadır. Bunun yanı sıra (4)’ü de kapsayabilir; ama (2)’yi mutlaka kapsamaktadır.

– “Hayız görmeyenler”in lâfzî manası geniş ve kapsayıcıdır. Salt lâfzen baktığımızda “küçük olduğundan dolayı henüz hayız görmeyenleri” de kapsamakta.

– “Burada sadece ihtiyar olduğu için hayızdan kesilenler kastedilmiş” gibi bir yorum tutarsız olur. Çünkü ayet zaten önce hayızdan kesilenlerden, ondan sonra da “hayız görmeyenler”den (ondan sonra da hamilelerden) bahsediyor.

– “Hayız görmeyenlerden sadece hastalar kastedilmiştir” gibi bir yorum tamamen keyfî ve gerekçesiz olur. Çünkü “hayız görmeyenler” ifadesi küçük olduğundan dolayı henüz görmeyenleri de lâfzen her halükârda kapsamaktadır. Hatta hayızdan kesilenlerle hamileleri eleyince dişi olmasına rağmen hayız görmeyenler olarak ilk akla gelen kategori henüz menstrüasyon dönemine girmemiş kızlardır. Hasta olduğundan dolayı hayız görmeyenler atipik, patolojik bir kategoridir.

2. İddet ve Gebelik İhtimali

Bu sonuçları yine de içine sindiremeyen bir Müslüman şöyle itiraz edebilir:

– “İddetin sebebi boşanan kadının, boşanmadan sonra gebe olduğunun anlaşılması ihtimalidir. Henüz âdet görmeyen küçük kızlar da gebe kalamayacağına göre Talâk/4 bunları da kapsıyor olamaz.”

İddet gebelikle de ilgilidir; fakat sadece gebelikle değil. İddetin diğer önemli sebebi de (gebe kalma ihtimalinden tamamen bağımsız olarak) ilişkisi sadece akitten ibaret kalmamış, belli bir “sıkılık” kazanmış çiftlerde kesin boşanmayı zorlaştırmak, kocaya iddet süresince tekrar düşünme ve barışma mühleti vermektir (Bu da zaten Bakara/228′de yazar).

Keza Talâk/4′te sadece henüz hayız görmeyen küçük kızlar değil hayızdan kesilmiş ihtiyar kadınlar da geçer. Ama hayızdan kesilmiş, postmenopozu geçmiş ihtiyar kadınlar da gebe olamaz. Fakat buna rağmen Talâk/4 onlar için de bir iddet belirlemekte… Ayrıca yine aynı ayette zaten gebe olduğu bilinen kadınlar için de iddet belirlenmiştir. Demek ki iddet sadece boşanmadan sonra gebe olduğunun anlaşılması ihtimali ile ilgili değil…

Meselâ bir adam hayızdan kesilmiş, postmenopozu geçmiş ihtiyar bir kadınla evlenir ve ilişkiye girmeden onu boşarsa Ahzâb/49′a göre iddete gerek olmaz. Fakat ilişkiye girdikten sonra boşarsa Talâk/4′e göre üç ay beklenir. Her iki durumda da “gebe olma ihtimali” söz konusu değildir. Fakat birincide nikâh fiilen gerçekleşmemiş, ilişki sadece akitten ibaret kalmış olduğu için iddet gerekli görülmez. İkinci durumda ise “sıkı ilişki” kurulmuş olduğu için iddet konulur.

Aynı şekilde henüz küçük olduğu için hayız görmeyen bir kızla evlenen bir adam cinsel ilişkiye girmeden kızı boşarsa yine Ahzâb/49′a göre iddete gerek olmaz. Ama cinsel ilişkiye girdikten sonra boşarsa Talâk/4′e göre üç ay iddet beklenir. Yine her iki durumda da ‘gebe kalma’ ihtimali olmadığı halde…

Dolayısıyla “henüz âdet görmeyen küçük kızlar gebe kalamayacağına göre Talâk/4 bunları da kapsıyor olamaz” gibi bir itiraz tamamıyla tutarsızdır. Çünkü Talâk/4′te iddeti belirlenen üç kategorinin üçünde de kadının boşanmadan sonra gebe olduğunun anlaşılması tehlikesi -zaten- yoktur.

3. Tefsir Kaynakları

Talâk/4 ayetinin henüz küçük olduğundan hayız görmeyen kızları da kapsadığı zaten Kuran müfessirleri arasında tartışma konusu bile değildir.

Mevdudi, Tefhimu’l Kuran, Talâk/4
Buluğa ermediği için hayız görmeyen veya bazı nedenlerle geç hayız gören ya da çok büyük bir istisna olup da hiç hayız görmeyen kadınlar, hayızdan kesilmiş kadınlar gibi talaktan sonra 3 ay iddet beklerler.
Kur’an’ın bu açıklamasına göre burada “Mudhale” (kocasıyla gerdeğe girmiş) bir kadının sözkonusu olduğuna dikkat edilmelidir. Çünkü eğer mübaşeret olmasaydı iddet sözkonusu olmazdı. (Bkz. Ahzab: 49) Bu yüzden henüz hayız görmeye başlamamış kızların iddetinin beyan edilmesinden anlaşıldığına göre bu yaştaki kızlarla evlenmek ve kocalarının kendileriyle cinsel ilişkide bulunması caizdir. Dolayısıyla Kur’an’ın caiz gördüğü bir davranışı hiçbir Müslüman’ın yasaklamaya hakkı yoktur.

Taberi, Taberi Tefsiri, Talâk/4
Âyet-i kerimede “Hiç adet görmeyenler de böyledir.” buyurulmaktadır. Bundan maksat küçük yaşta evlenen ve zifafa girdikten sonra boşanan kadınlardır. Bunlar adet görmedikleri için iddetleri aylarla ölçülür; bu da 3 aydır. Nitekim Süddi, Katade ve Dehhak bu kısmı aynı şekilde izah etmişlerdir.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 17/437-438
“Asla ay hali olmayanlar” ile kastedilen küçük yaştakilerdir. Bunların da iddetleri üç aydır. Buna göre haber hazfedilmiştir. Bu durumdakinin iddetinin ay hesabı ile yapılmasının sebebi bunda âdetin olmayışıdır.

Ömer Nasuhi Bilmen, Kuran Tefsiri, Talâk/4
Ve o kadınlar ki altmış veya elli beş yaşında oldukları için hayzdan kesilmişler veya pek genç oldukları için henüz hayz görmeğe başlamamışlardır. Eğer bunların boşandıkları vakit iddetleri hususunda şüpheye düşmüş iseniz biliniz ki onların iddetleri 3 aydır. Bu kadar müddet bekleyince kendilerini boşamış olan kocaları ile bağları tamam kesilmiş olur; artık başkaları ile evlenebilirler.

Seyyid Kutub, Fizilal’il Kuran, Talâk/4-5
Boşanma sonrası bekleme döneminin süresine ilişkin bu sınırlandırma hayız görmeyen, bir de hamile olmayan kadınlar içindir. Hayız görmeme durumu hem hayızdan kesilmiş kocamış kadınlar hem de yaşının küçüklüğünden veya bir hastalıktan dolayı henüz hayız görmeyen kadınları kapsıyor.

İbn Kesir Tefsiri, Talâk/4
Henüz âdet yaşına erişmemiş olan küçük kızların da âdetten kesilmiş hanımlar gibi üç ay iddet bekleyeceklerini bildiriyor.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Talâk/4
“Bunların iddetleri 3 aydır.” ayeti nazil olunca da birisi ayağa kalkarak “Ey Allah’ın Resulü. Peki hayız görmeyecek derecede küçük olanların iddeti ne kadardır?” deyince “Henüz adetini görmemiş bulunanlar…” ayeti nazil oldu. Ki bu, “Bunlar da hayızdan kesilmiş yaşlı kadınlar gibi olup iddetleri 3 aydır.” demektir.

Prof. Dr. Muhammed Mahmud Hicazi, Furkan Tefsiri, İlim Yayınları, Talâk/4
Yaşı küçük olduğundan ötürü hayız görmemekte olan kadınlara gelince bunların da iddetleri aynı şekilde 3 aydır.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları, Talâk/4
Henüz bulûğ çağına gelmemiş olanların iddeti de hayız çağını geçmiş olanlar gibi 3 aydır.

Ebül-Leys Semerkandi, Tefsirü’l-Kur’an, Talâk/4
Sizden birisi âdetten kesilmiş bir kadın alır da iddetinde şüphe ederse onun bekleme müddeti 3 aydır. Bunu işiten bir sahabi ise şöyle sordu: “Ya Rasulallah! Buluğa ermemiş bir kızın iddeti ne kadardır?” demesiyle de âyetin devamı geldi. Onlar da âdetten kesilmiş kadınlar gibi 3 ay bekler.

Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t Tefasir (Ensar Neşriyat), Talâk/4
Aynı şekilde küçüklüğünden dolayı hayız görmeyenlerin iddeti de 3 aydır.

Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini – Kuran Dili, Talâk/4
Bunlar gerek 17 yaşından küçük olup henüz büluğa ermemiş olduklarından dolayı hayız görmemiş olanları ve gerek büluğ yaşının en üst sınırı olan 17 yaşını geçmiş, binaenaleyh yaş itibariyle büluğa ermiş oldukları halde âdet görmeyenleri kapsamaktadır.

Ali Küçük, Besairu’l Kuran, Adım Yayınevi, Talâk/4
Yaşlılıklarından dolayı hayızdan kesilmiş, hayızdan ümidi kesilmiş, hayız görme dönemi bitmiş ve henüz hayız görmemiş, hayız görecek yaşa gelmemiş kadınların iddetleri hususunda bir şüpheye düşerseniz bilesiniz ki onların iddetleri 3 aydır.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kuran Tefsiri (Anadolu Yayınları), Talâk/4
Ubey b. Kâb (R.A.), Peygamber Efendimize: «Ya Resûlallah! Kadınların iddetiyle ilgili ayet inince Medineli bazı kişiler “Ayhalinden ümidi kesilenle henüz ayhali olmayan kadınların ve bir de hamile kadınların iddeti hakkında Kur’ân’da bir açıklama ve hüküm yoktur!” diyorlar. Bu hususta ne buyurursunuz?» diye sorunca ilgili âyetler indi.(…) Yaşı küçük olduğundan henüz ayhali görmüyorsa o da boşandıktan sonra 3 ay bekler.

Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kuran Tefsiri (Üçdal Neşriyat), Talâk/4′ün tefsiri
Yani elli-elli beş yaşını tecavüz etmekle (geçmekle) hayızdan ve çocuktan ümidi kesilmiş me’yus ve yaşlı olan kadınlara ve henüz sinn-i rüşde baliğ olmamış sabiyye olanlara talâk verip de iddetinde şekkederseniz onların iddetleri eğer talâk ayın bidâyesine tesadüf ederse o ayın ibtidası ve ayın ortasına tesadüf ederse gün hesabiyle 3 aydır.

Görüldüğü gibi farklı asırlarda yaşamış, farklı milletlere, mezheplere, kültürlere ait, kimisi ilk Kuran müfessirlerinden olan kimisi çağımızda yaşayan, içlerinde Türkiye Cumhuriyeti’nde Diyanet İşleri Başkanlığı yapmış olanın da bulunduğu bunca tefsir âlimi Talâk/4′ün henüz küçük olduğundan dolayı âdet görmeyen kızları da kapsadığında hemfikirler.

Sonuç olarak Kuran hariç hiçbir kaynak kabul etmeyip ayetin sadece lafzına da baksak, ayetle ilgili rivayet edilen hadisleri de incelesek, âlimlerin görüşlerini de alsak sonuç aynı: Talâk/4 henüz küçük olduğu için hayız görmeyen kızların boşanma durumunu da düzenliyor.

II. Kızın Rızası

Henüz âdet bile görmeyen küçük kızların evlendirilmesini masum göstermek için sıkça getirilen savunmalardan biri de İslam Hukuku’na göre evlenenlerin rızasının şart olduğu iddiasıdır. Bu iddia birazdan kaynaklarıyla gösterileceği gibi zaten yanlıştır. İslam Hukuku bulûğa girmemiş küçük kızların rızası olmadan evlendirilmesine müsaade eder. Ama bu yanlış iddia doğru olsaydı bile meseleye bakışımızı nasıl değiştirebilirdi ki? Söz konusu olan 7-14 yaş arası küçük kızlar!

Ama İslam Hukuku kızın rızasını gerekli de görmüyor zaten. Konuyla ilgili bazı ayrıntılarda mezheplerarası görüş ayrılıkları olsa da bir hususta dört mezhebin âlimleri de hemfikir: Eğer kız hem bulûğa girmemiş hem de bakire ise babası veya dedesi kızın rızası olmadan da evlendirebilir. Üstelik -şayet evlendiren baba veya dedeyse- kızın daha sonra bulûğa erdiğinde nikâhı feshetme gibi bir hakkı da yoktur!

El-Mavsili, El-İhtiyar
Eğer bunları evlendiren veli baba veya babanın babası ise bulûğa erdiklerinde nikâhtan dönme muhayyerlikleri yoktur. Çünkü baba ve babanın babası velayetleri altındaki çocukların menfaatine aşırı derecede düşkün ve onlara karşı çok şefkatlidirler. Böyle olunca da bunların o çocuklar için yaptıkları nikâh akdi sanki o çocukların kendileri yapmış gibidir. (…)
Eğer veli bu ikisinden başkası ise bulûğa erdikleri zaman nikâhı devam ettirip ettirmemekte muhayyerdir. Sonra bakire bulûğa erdiğinde nikâhlandığını öğrenirse susması, evliliğe razı olması demektir. (…). Gerdeğe girdikten sonra bulûğa ererse kadının razı olduğunu veya reddettiğini açık bir sözle ifade etmesi şarttır.
(Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar Li-Ta’lîlî’l-Muhtar, Ümit Yayınları, (3/42-43), 38. Nikâh, Bulûğa Ermeden Önce Evlenen Kızın Bulûğdan Sonraki Hükmü)

Kuduri
Öyle ise eğer baba ve dede evlendirirse baliğ olduktan sonra cayamazlar. Eğer baba ile dedenin gayrisi evlendirmişse baliğ olduğu zaman her ikisine de hürriyet vardır. İsterseler nikâhı devam ettirir isterse bozarlar.
(Ahmed Ebu’l-Hasan el-Kuduri el-Bağdadi, Kuduri, 4. Bölüm, Nikâh bahsi)

Mülteka El-Ebhur
Eğer baba ve dededen başkası (veli) olursa (küçük kız ve oğlan) akıl baliğ oldukları veyahut baliğ olduktan sonra nikâhlandıklarını bildikleri zaman (o nikâhı kabul veya red hususunda) muhayyerdirler.
(Mülteka El-Ebhur, 1. Cilt, 2. Bölüm, Nikâhta Veliler. Eş Ve Denklikler Babı)

Seyyid Sabık
Yukardaki hükümler akil baliğ olanlar içindir. Küçüklere gelince. Kendi izni olmadan babası ve dedesi tarafından evlendirilebilirler. Çünkü çocuğun görüşü olmaz.
(Seyyid Sabık, Fıkhu’s-Sünne, 38. Nikâh, 9.26.6. Küçüklerin Evlendirilmesi)

Prof. Dr. Celal Yıldırım
Velileri, babaları ya da dedeleri olan küçük kız ve erkek çocuklar ergen olunca yapılan nikâhı feshedemezler. Baba ve dededen başka velilerin yaptığı nikâhı bozmakta serbesttirler.
(Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Nikâh, Başkasına Nikâhlanan Küçükler Ergen Olunca Nikâhı Feshedebilirler Mi?)

Görüldüğü gibi İslam Hukuku’na göre -ve Hanefi mezhebinde bile- ergen olmayan, bakire kızlar baba veya dedeleri tarafından kendi rızaları olmadan da evlendirilebilir ve kızın ergen olunca nikâhı feshetme gibi bir yetkisi de olmaz.

“Kuran’dan başka kaynak kabul etmem” diyenlere gelince… Tüm bu fıkıh içtihadlarını bir kenara atsak bile bulûğa girmemiş kızların evlendirilmesinde (ki bunun caiz olduğu Kuran’dan çıkıyor) kızın rızasının hangi Kuran ayetine göre şart olduğunu göstermeleri gerekir. Böyle bir ayet gösteremeyeceklerdir ama bunu da görmezden gelsek ve kızın rızasının dinen şart olduğunu varsaysak bile henüz baliğ bile olmamış küçük kızların rızasının evlilik gibi önemli bir meselede ne denli geçerli olduğunu sormak lazım. Birçok ağır fiili ve hukuki sorumlulukları beraberinde getirecek bir kararı -örneğin- 9 yaşında, henüz baliğ olmamış bir kızın vermesi kabul edilebilir mi? Üstelik kızın ailesi çok istedikten sonra -meselâ- 9 yaşında bir kızı hiç de fazlaca zorlanmadan, tatlı yollarla ‘ikna’ edebilecektir her zaman.

Sonuç olarak: İslam Hukuku’nda baliğ olmamış, bakire kızlar baba ve dedeleri tarafından kendi rızaları olmadan da evlendirilebilir. Ama bunu kabul etmesek ve kendimizce kızın rızasını dinen şart koşsak bile 7-14 yaş arasındaki küçük kızların ‘rızasının’ olup olmamasının bu meselede çok önemi de yok zaten. ‘Rızası şarttır’ dense bile İslam dininin henüz bulûğa girmemiş küçük kızlarla evlenmeye ve cinsel ilişkide bulunmaya müsaade ediyor olması ‘daha hoş’ karşılanamaz.

III. Nikâhta “Denklik Şartı” Küçük Kızların Evlendirilmesine Dinen Engel Mi?

İslam Hukuku’nda nikâh akti için evlenecek eşler arasında “denklik” (kefâet, küfûv) şartı konulmuş. Buradan hareketle bazı Müslümanlar şöyle bir itiraz geliştiriyor:

– “İslam’a göre nikahın bir şartı da eşlerin denkliğidir. Bu olmazsa zaten nikâh olmaz. Dolayısıyla henüz bulûğa girmemiş küçük kız -meselâ- 40 yaşında adamla evlendirilemez.”

Bu ‘sözde itiraz’ birçok açıdan yanlış ve tutarsız.

(1) Bu iddia doğru olsa bile (ki yanlıştır) küçük kızın ancak babası-dedesi yaşında biriyle evlendirilmesine engel olabilir. Fakat örneğin 8 yaşında baliğ olmamış bir kızın sözgelimi 17 yaşında bir gençle evlendirilmesine mâni olamaz.

(2) Ayrıca denklik şartı zaten eşlerin yaşını kapsamıyor! Nikâhta denklik şartı İslam Hukuku’nun bir müessesesidir ve doğrudan Kuran’da yer almaz. Dolayısıyla bu müesseseyi öne sürenler mecburen denklik şartının İslam Hukuku’ndaki yeri ve konumunu baz almak durumundalar. İslam Hukuku’nda ise denklik sadece beş alanda şart koşulmuştur: 1) Nesebte (Soyda), 2) İslam’da, 3) Hürriyette, 4) Malda ve 5) Hırfette (San’at, Ticâret, Ziraat Gibi Geçim Vâsıtalarında). Buna ek olarak bazı İslam Hukukçuları altıncı şart olarak 6) Diyanette (Dine olan bağlılıkta) denkliği de şart koşmuşlar.

Üstelik bu şartlar İslam Hukuku’nda sadece kadının erkekten üstün olmamasını öngörür. Yani ‘denlik’ aslında tek taraflı düşünülmüştür. Örneğin hür kadının köle ile evlendirilmesi doğru değildir fakat hür erkek köle kadını nikâhlayabilir. Veya zengin kadının fakir erkekle evlendirilmesi hoş değilken zengin erkek fakir kadınla evlenebilir.

Fetevayı Hindiyye
Nikâhta erkek tarafında ‘kefaet’ aranır. Yani erkeğin -aşağıda açıklanacak olan hasletlerde- alacağı kadına denk veya ondan daha üstün bulunması nikâhın lüzumu bakımından gereklidir.
(…)
Kefaet (= Denklik) esasen şu 6 yerde aranır:
1- Nesebte denklik
2- İslâmiyet’te denklik
3- Hürriyette denklik
4- Malda denklik
5- Diyanette denklik
6- Hırfette (= San’at, Ticâret, Ziraat Gibi Geçim Vâsıtalarında) denklik
(Fetevayı Hindiyye, Akçağ Yayınları, Nikâh, 5. Nikâhda Kefaet)

El Mavsili
Nikâhta denklik esastır. Denklik kadınlar hakkında lazım olduğu için erkeğin kadına denk olması esastır. Zira şerefli kadın hakir bir erkeğin yatağına girmekle utanç duyup öfkelenir. Ama erkek böyle değildir. Çünkü kadını yatağına alan odur. Bunun dayanağı da şu hadîs-i şerîftir: “Bilesiniz ki, kadınları ancak velileri evlendirebilirler ve kadınlar da ancak denkleri olan erkeklerle evlensinler.” Umumiyetle nikâhın maslahatları ancak denk olan eşler arasında tamamlanır. Nikâhın maksadının tamamlanması için erkeğin kadına denk olması şarttır. Erkeğin kadına denk olması şu 5 yerde aranır:
1- Soyda denk olmak
2- Din ve takvada denk olmak
3- Sanatta denk olmak
4- Hürriyette denk olmak
5- Malda denk olmak
(Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd el- Mavsılî, El-İhtiyar Li-Ta’lîlî’l-Muhtar, Ümit Yayınları (3/51-55), 38. Nikâh, Evlenmede Tarafların Denk Olmaları)

Dört Mezhebe Göre İslam Fıkhı
(Denklik gereken alanlar)
1. Din Veya İffet Ya Da Tekva: (…)
2. İslam: (…)
3. Hürriyet: (…)
4. Soy (Nesep): (…)
5. Mal Veya Zenginlik: (…)
6. İş, Meslek Veya Sanat: (…)
(Camisab Özbek, Dört Mezhebe Göre İslam Fıkhı, Ravza Yayınları, (4. Cilt, 2. Bölüm), 55. Bölüm)

(3) Ayrıca, İslam Hukuku’ndaki ‘denklik’ şartı zaten nikâhın olmazsa olmazı değildir; sadece kendinden aşağı biriyle evlenen veya evlendirilen kadına veya kadının ailesine nikâhı feshetme ile onaylama arasında tercih hakkı (muhayyerlik) öngörülmüştür. Yani denklik olmasa bile eğer tercih hakkına sahip olanlar nikâhı onaylarsa nikâh dinen geçerlidir.

Camisab Özbek, Dört Mezhebe Göre İslam Fıkhı
Denkliğin kadının ve velilerin hakkı olduğunda fakihler ittifak etmişlerdir. Eğer kadın denk olmayan biriyle evlenirse velileri fesh etmeyi istemeye hakları vardır. Veli de kadını denk olmayan biriyle evlendirirse kadının fesh etme hakkı vardır.
(Camisab Özbek, Dört Mezhebe Göre İslam Fıkhı, Ravza Yayınları, (4. Cilt, 3. Bölüm), 62. Bölüm, İddet, [Velilik İki Kısma Ayrılır])

Sonuç olarak: Nikâhtaki ‘denklik şartı’ İslam’ın küçük kızların cinsel istismarına müsaade ettiği gerçeğinin eleştirilmesine karşı sunulabilecek bir argüman değildir. Çünkü İslam Hukukundaki ‘denklik’ zaten beş alanda aranır ve bunların içinde eşlerin yaşı yoktur. Yaş olsaydı bile (ki yok) ‘denklik’ şartı zaten sadece erkeğin kadından üstün olmasını, kadından daha aşağı bir konumda olmamasını öngörür. Dolayısıyla yaşlı bir erkeğin küçük bir kızla evlenmesi -denklik şartı yaş durumunu da kapsıyor olsaydı bile- bu şarta aykırı olmaz. Bunu bile es geçip ihtiyar adamın küçük kızla evlenmesini İslam Hukuku’ndaki denklik şartına aykırı görsek dahi (ki değil) bu şart zaten nikâhın mutlak bir koşulunu teşkil etmiyor; sadece kıza veya kızın ailesine nikâhı feshettirme ve onaylama arasında tercih hakkı veriyor. Dolayısıyla yaşlı adamın küçük kızla evlenmesi bu şarta aykırı olsaydı bile (ki değil) hak sahiplerinin onaylaması ile nikâh dinen yine geçerli olurdu.

Tüm bunları da görmezden gelsek ve ‘denlik’ şartını ihtiyarla küçük kızın evlenmesine mutlak mani görsek bile bu şart -örneğin- 7-8 yaşında bir kızın 17 yaşında bir gençle evlendirilmesine engel olamazdı.

Hangi açıdan bakarsak bakalım “İslam küçük kızların cinsel istismarına izin veriyor” eleştirisine karşı nikâhtaki denklik şartını öne sürmek tamamıyla tutarsız ve anlamsız bir savunmadır.

IV. ‘Örf/Maruf’ Küçük Kızların Evlendirilmesine Dinen Engel Olabilir mi?

İslam Hukuku Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas’tan oluşan dört asli (birincil) kaynağın/delilin yanı sıra birçok ferî (ikincil) kaynağı da tanımıştır ve bunlardan biri (özellikle Hanefi ve Maliki fıkhında) ‘örf’tür (bkz. muhtelif fıkıh usûlü eserleri). Kuran ve Sünnet tarafından doğrudan veya dolaylı olarak düzenlenmemiş -örneğin ticarî hayatın birçok ayrıntısı, yargı kurumunun şekillendirilmesi gibi- alanlarda hüküm verecek olan İslam Hukukçuları söz konusu zaman ve mekânda hâkim olan örf, adet ve teamülleri -Kuran ve Sünnet’e ters düşmediği müddetçe- esas alarak bir hükme ulaşır.

Bu fıkıh kaidesinden hareketle bazı Müslümanlar şöyle bir savunma geliştirmekteler:

– “Evet, Kuran’a göre henüz bulûğa girmemiş küçük kızın evlendirilmesi genel ve teorik olarak meşrudur. Fakat pratikte de meşru olabilmesi için bir de söz konusu somut toplumun güncel örf ve âdetince de meşru olarak değerlendiriliyor olması gerekir. Bugün Türkiye’de bulûğa girmemiş küçük kızların evlendirilmesi örf ve âdete uygun olmadığı için bugün Türkiye’deki bu tür bir evlilik İslam’a göre de uygun olmaz.”

Bu savunma 2 açıdan sakat:

Birincisi, içerdiği iddia doğru değil. Çünkü İslam Hukuku’nda bizzat Kuran tarafından genel olarak meşruluğu teyit edilmiş bir davranış daha sonra örfün değişmesiyle dinen yasaklı hale gelemez. İkincisi, bu iddia doğru olsaydı bile (ki yanlış) bundan bu davranışın örf ve adetlere uygun olduğu ülkelerde bugün dinen de caiz olduğu sonucu çıkar.

Kuran ve Sünnet’in doğrudan veya dolaylı olarak ne yasakladığı ne de caiz kıldığı davranışlar zamanla toplumdaki örf ve adetlerin değişmesi neticesinde fıkıhen yasaklı da olabilir, caiz de. Ancak caiz olduğu bizzat Kuran’dan çıkan bir davranışın, örf’ün değişmesiyle sonradan fıkıhen yasak hale gelmesi İslam Hukuku metodolojisinde yeri olmayan bir durumdur. Dolayısıyla “Allah’ın müsaade ettiği birşeyi kul yasaklayamaz” görüşü -İslam’ın kendi mantığı içerisinde- ‘doğru’ olan görüştür.

Ama yukarıdaki savunma taktiğinin içerdiği yanlış iddiayı doğru kabul etsek bile bu, sadece bulûğa ermemiş küçük kızlarla evliliği ve cinsel ilişkiyi örfen uygun görmeyen bölgelerde bu davranışın dinen de yasaklı olduğunu açıklamaya yeter. Ama örneğin Yemen’in, Afganistan’ın, Pakistan’ın, Arabistan’ın çoğu yörelerinde baliğ olmamış küçük kızlarla nikâh ve gerdek bugün hâlâ örf ve adetlere de uygun olarak gözükmekte. Dolayısıyla yukarıdaki savunmayı getirenler bu bölgelerde bugün küçük çocuklarla evliliğin ve gerdeğin İslam’a göre caiz olduğunu da söylemek zorundalar.

V. ‘Halvet’ Teriminin Fıkıhtaki Yeri Küçük Kızların Evlendirilmesine Dinen Engel Olabilir mi?

Birinci yazıda detaylı olarak açıklandığı, tefsir ve fıkıh kaynaklarıyla da temellendirildiği üzere baliğ olmamış kız çocuklarıyla cinsel ilişkinin meşruiyeti Kuran’ın Talâk/4 ve Ahzâb/49 ayetlerinden çıkmakta.

(a) Talâk/4′te henüz hayız görmeyen küçük kızların boşanma durumunda ne kadar iddet beklemeleri gerektiği açıklanmakta.

– Dolayısıyla bu ayete göre henüz hayız görmeyen küçük kızlarla evlenmek caizdir.

(b) Nuzûl sırasına göre daha önce gelen Ahzâb/49′da ise cinsel ilişki olmadan boşanılırsa iddete gerek olmadığı söylenmekte.

– Dolayısıyla henüz hayız görmeyen küçük kızlarla cinsel ilişki de (kocaları için) caizdir. Aksi taktirde Talâk/4′te bunlar için iddet belirlenmezdi.

Bazı Müslümanlar bu mantıksal ilişkiyi kabullenmemek için şöyle bir itiraz geliştiriyorlar:

– “İddetin gerekli olması için İslam Hukuku’na göre cinsel ilişki şart değildir. Karıyla kocanın halvet olması da (yani cinsel ilişkiye girebilecek bir süre boyunca dört duvar arasında, kapalı kapılar ve perdeler ardında başbaşa vakit geçirmiş olması da) yeterlidir. Dolayısıyla yukarda kurulan mantıksal ilişki yanlıştır.”

Bu sözde argüman yukarıdaki (a)’da ifade edilenleri yani baliğ olmamış küçük kızların evlendirilmesinin dinen caiz olduğunu kabul ediyor; fakat (b)’deki Ahzâb/49′la kurulan mantıksal ilişkiye itiraz ediyor. Argümanın sahteliği farklı açılardan gösterilebilir:

(1) Birincisi halvet’in de iddet gerektirdiği görüşü İslam Hukukçuları arasında ihtilaf konusudur. Örneğin Hanefilerin aksine Şafiiler bu görüşü benimsememiştir. bkz. İmam Nevevi, Minhac, Kahraman Yayınevi, Nikah, İddet (oku)

(2) Hemen aşağıda mantıken sakat olduğu gösterilecek olan bu argümanın doğru olduğunu varsaysak bile bundan şu sonuç çıkar:

– “İslam’a göre henüz baliğ olmamış küçük kızlarla evlenilmesi ve kocalarının kendileriyle halvet olmaları (yani dört duvar arasında, kapalı kapı ve perdeler ardında başbaşa uzunca vakit geçirmeleri) caizdir. Ama cinsel ilişki caiz değildir.”

Argüman doğru olsa bile (ki yanlış) çıkan sonuç bu olur. Bu ise İslam Dini’nin henüz baliğ bile olmamış küçük kızların, hiçbir denetim olmadan kocalarının şahsi irade ve insafına terkedilmelerine müsaade ettiği ve çocukların cinsel istismarına tüm kapı ve pencereleri açtığı anlamına gelir.

(3) Üçüncüsü ve asıl önemlisi ise, halvetin de iddet gerektirdiği görüşünü benimseyen fakihler bunu bir tedbir ve ihtiyat olarak benimsemişlerdir. Ahzâb/49′un lafzından sadece cinsel ilişki şartı çıkıyor. Fakat dört duvar arasında, kapalı kapı ve perdeler ardında cinsel ilişkide bulunabilecek kadar başbaşa birlikte olan (yani halvet olan) eşlerin cinsel ilişkide bulunup bulunmadıklarına dair ispat sorunu var. İşte bundan dolayı fakihler tedbiren ve ihtiyaden halvetin de iddet gerektireceğini söylemişler. Yani halvet olanların cinsel ilişkide bulunmadıklarını ispatlamak ilkesel olarak mümkün olmadığından halveti cima’ya denk görmüşler. Ama her halükârda -ayetin kendisinden de anlaşıldığı gibi- iddet hükmünün asli sebebi (illeti) cinsel ilişkidir. Halvet ise sadece ispat sorunundan ve halvet olan karı kocanın cinsel ilişkide de bulunmuş olacağına dair oluşan kuvvetli ihtimalden dolayı cinsel ilişkiye eş görülmüştür. Dolayısıyla Talâk/4 ve Ahzâb/49′dan her halükârda küçüklerle cinsel ilişkinin meşruiyeti çıkmakta. Zira hükmün asli sebebi budur.

“Kuran’dan başka kaynak kabul etmem!” diyen Müslümanlar ise bu sakat savunmayı zaten öne süremez. Çünkü halvetin de iddet gerektirdiği, sadece bazı fakihlerin ihtiyaten koyduğu bir hükümdür. Ayetin kendisinde yalnızca cinsel ilişki geçer.

VI. Kuran, ‘Evrenselliğin’ Bir Gereği Olarak Mı Yaş Sınırı Belirlemedi?

Diğer bir popüler savunmayı şu şekilde ifade edebiliriz:

– “Evlilik ve cinsel ilişki yaşı zaman ve mekâna göre değişebilir. Nitekim bugün batı devletlerinde bile hukuken farklı alt sınırlar öngörülmekte. Oysa Kuran kıyamete kadar yaşayacak olan tüm toplumlara gelmiştir. Bu yüzden mutlak bir alt sınır çizmesi Kuran’ın evrenselliğine yakışmazdı. Çünkü Kuran her zaman ve mekânda uygulanabilir olmalı. Kuran nikâh ve cima için bir alt sınır çizmemiştir ve böylece Kuran’a uymak isteyen her toplum kendi zaman ve mekânının anlayış ve koşullarına en uygun sınırı çizebilmektedir.”

Bu argüman da yine birçok açılardan tutarsız ve yetersizdir. Herşeyden önce burada konu edilen, Kuran’ın evlilik ve/veya cinsel ilişki için herhangi bir alt sınır belirlemiş olmaması değildir sadece. Bir önceki yazıda gösterildiği gibi küçük olduğundan dolayı henüz hayız görmeyen kız çocuklarıyla evlenmenin ve cinsel ilişkide bulunmanın caiz olduğu bizzat Kuran’dan çıkmakta. Eleştirilen husus herhangi bir düzenlemenin yok olması değildir; var olan düzenleme eleştirilmektedir.

Diğer yandan “Kuran evrenselliğin bir gereği olarak hiçbir alt sınır getirmemiş ki her toplum kendi koşullarına en uygun düzenlemeyi yapabilsin” diyen bir Müslüman -örneğin- Afganistan, Pakistan, Yemen gibi ülkelerde var olan düzenlemeyi de, orada yaşayan baliğ olmamış küçük kızlarla evleniliyor ve cinsel ilişkiye giriliyor olmasını da Kuran açısından eleştiremez.

Üstelik Kuran zaten evrensellikten büsbütün yoksun tonlarca düzenleme ve mutlak sınırlarla dolu.

Örneğin Kuran’a göre erkek (aynı anda) en fazla dört kadınla evli olabilir. Buradaki soru neden erkeğin (ve neden sadece erkeğin) İslam’a göre birden çok eşle evlenebildiği değil; soru, neden mutlak sınırın dört olduğu. Diyelim ki bazı toplumlarda, bazı koşullarda erkeğin birden çok kadınla nikâhlı olması gayet makûl bir durum olabilir. Ama neden son sınır dört; niçin üç değil, beş değil de tüm zaman ve mekânlar için dört? Meselâ bazı sebeplerden ötürü belli bir toplumdaki nüfus dağılımı dengesiz seyretmiş ve fiilen bir erkeğe 5-6 kadın düşüyor hale gelmiş olabilir. Neden kıyamete kadar yaşayacak olan tüm toplumlar için gelen bir kitapta mutlak sınır olarak dört belirlenmiş olsun ki?

Veya Nisa/11, 12 ve 176 ayetlerinde son derece detaylı olarak ölen kişinin malının nasıl bölüştürüleceği düzenlenmekte. Tek tek anneye şu kadar, babaya bu kadar vs. şeklinde ayrıntılı hükümler konulmuş. Neden kıyamete kadar yaşayacak olan tüm toplumlar için ekonomik, sosyal, kültürel, demografik şartlar ne olursa olsun, mutlaka bu oranlar emredilsin ki? Örneğin tıbbın gelişmesiyle bir toplumda ortalama yaşam süresi büyük oranda uzayabilir; ekonomik şartlardan ötürü devletin yaşlılar için ayırabildiği yardım ve emekli ücretleri yetersiz kalabilir ve dolayısıyla mirastan dede ve ninelere biraz daha fazla pay vermek uygun görülebilir (ki bunun için diğer hak sahiplerinin oranından biraz eksiltmek gerekir). Ama Kuran kıyamete kadar yaşayacak olan tüm toplumlara mutlak oranlar emretmiş. Evrensellik bunun neresinde?

Bunun gibi sayısızca alanda son derece teferruatlı düzenlemeler getiren, mutlak sınırlar çizen, -üstelik örneğin- kişinin kendi öz annesiyle, kızıyla veya kız kardeşiyle evlenmesini özel olarak ayetle yasaklamayı da ihmâl etmeyen bir Kuran varken önümüzde “Kuran, evrenselliğin bir gereği olarak evlilik ve cinsel ilişki için bir alt sınır getirmemiştir.” gibi bir açıklama oldukça gülünç kalır. Yaş olarak olmasa dahi en azından “kızın bulûğa girmiş ve hayız görüyor olması” gibi bir sınır bile konmamış. Ne evlilik için ne de cinsel ilişki için, ne herhangi bir Kuran ayetinde, ne de en azından bir Hadis’te…

Tam tersine henüz baliğ olmamış, âdet görmeyen küçük kızlarla evliliğin ve cinsel ilişkinin meşruiyeti Kuran’da var olan düzenlemelerden çıkmakta…

VII. Çocuklarla Evliliğin ve Gerdeğin ‘Eskiden’ Normal Karşılanıyor Olması Ne İfade Eder?

İnanmaktan vazgeçemeyen birinin çok sıkıştığında getireceği ‘savunma’lardan biri de şöyledir:

– “Daha geçen yüzyılın başlarına kadar birçok Batı ülkesinde bile, yasal evlenme yaşı çok düşüktü. Zaman değiştikçe toplumların bu gibi konular hakkındaki algı ve anlayışları da değişir. Dolayısıyla 1400 yıl önce vahyolunmuş bir Kitap’ta küçük kızlarla evliliğin ve gerdeğin meşru görülmesi eleştirilemez. O dönemde bu durum herkes tarafından, Müslüman olmayanlar tarafından da normal karşılanmaktaydı.”

Böyle bir savunmayı getiren inanır, (muhtemelen) farkında olmadan, aslında İslam’ın evrensel olmadığını, olamayacağını da beyan etmiş oluyor. Ne de olsa, toplumların algı ve anlayışları değişebilir ve geçtiğimiz 14 asır içerisinde de bir hayli değişmiştir. Oysa Kuran, tam da 14 asır öncesinin algı ve anlayışları bağlamında anlamlı olabilecek öğreti, öğüt, emir ve düzenlemeler getirmiş.

Fakat daha önemlisi, burada tartışılmakta olan konu, zaten İslam’ın sadece 14 asır öncesi için küçük kızlarla evlenmeye ve cinsel ilişkiye girmeye izin vermiş olması değil, evrensel olduğunu iddia eden Kuran’ın buna bugün de müsaade etmesi! (bkz. IV. ‘Örf/Maruf’ Küçük Kızların Evlendirilmesine Dinen Engel Olabilir mi?)

Ayrıca bu savunmanın içerdiği aşırı rölativizmin de tutulur hiçbir yanı yok. Şüphesiz, toplumların ahlaki ve hukuki algıları zamanla değişir, Dünya’nın bir ucunda ‘normal’ olan, diğer bir ucunda ‘ayıp’ karşılanabilir. Fakat bu saptamadan sınırsız bir değer rölativizmi çıkmaz.

Örneğin daha birkaç yüzyıl öncesine kadar Batı’da da, İslam Coğrafyasında da kölelik, toplumun neredeyse tamamı tarafından gayet ‘normal’, ‘doğal’ olarak algılanmaktaydı. Köle anne ve babadan doğan çocuk, daha doğarken köle olarak, ‘sahibi’nin emrine tâbi olarak dünyaya geliyordu. Köleliği normal karşılayan herkes vicdansız ve akılsız değildi, fakat içine doğduğu toplumun bu yerleşmiş, vicdansız ve akılsız algısını devralmıştı. Köleliğin büsbütün yanlış, adaletsiz bir kurum olduğunun genel kabul görebilmesi için, insanlığın bir hayli yol alması gerekti. Bugün biz, kölelik kurumunu topyekûn adaletsiz ve yanlış buluyoruz, Ortaçağda yaşayan ortalama bir insan için normaldi. Öyleyse, “kölelik kurumunun doğru veya yanlış olması (algılanması değil, olması!), o dönemin genel anlayışına bağlıdır. Birkaç yüzyıl sonra, büyük çoğunluk bunu tekrar normal görmeye başlarsa, kölelik yine ‘doğru’ bir kurum olabilir” diyebilir miyiz? Hayır, kölelik her zaman ve her dönemde yanlış ve adaletsiz. Bunun genel kabul görmesi için insanlığın birçok aşamadan geçmesi gerekti, fakat bugün artık bu düzeye ulaştık. Belki şu an öngöremeyeceğimiz olumsuz süreçler neticesinde, birkaç yüzyıl sonra insanlık tekrar kölelik kurumunu getirebilir. Fakat bu bir gerileme, kötüleşme, kazanılmış olan bilinç düzeyinden düşüş anlamına gelir. Kısacası, köleliğin genel olarak meşru ve normal karşılandığı dönemlerdeki insanları büsbütün vicdansızlık ve akılsızlıkla suçlamak elbette anakronik bir yaklaşım olur. Ancak kölelik, meşru görüldüğü dönemlerde de aslen yanlış ve adaletsizdi, fakat toplumun genel bilinci henüz bu düzeyde değildi (Bu arada, toplumun neredeyse tamamı tarafından meşru görüldüğü asırlarda bile, kölelik kurumuna büsbütün karşı çıkan aydın bireyler her zaman vardı).

Aynı şekilde, henüz baliğ olmamış 7-8-9 yaşında bir çocuğun evlendirilmesi ve kocasının yatağına verilmesi de, bir zamanlar belli bir toplumun tamamı tarafından normal karşılanmış olabilir. Fakat bu, olayın aslen yanlış ve adaletsiz olduğu gerçeğini değiştirmez.

‘Kutsal’ kitapları veya Tanrı’nın elçisi olduğunu iddia eden din kurucularının hayatını eleştirirken, elbette aynı dönemde yazılmış herhangi bir kitaba veya o dönemlerde yaşamış herhangi bir insana uyguladığımız kıstasları uygulayamayız. Sözgelimi ortaçağda yaşayan bir düşünürün köleliği veya kadın-erkek eşitsizliğini veya küçük çocukların evlendirilmesini normal karşılamasına anlayış gösterebilir, onu kendi zamanının kriterleri ile değerlendirebiliriz (tabii azınlıkta da olsa, kendi zamanının kriterlerini kıran ve içinde yaşadığı toplumun tamamı tarafından ‘görülemeyen’ haksızlıkları eleştiren ‘gerçek’ aydınları ise apayrı bir kategoride değerlendiririz). Fakat Tanrı elçisi olduğunu, tüm insanlığa zaman üstü, evrensel hakikatler getirdiğini iddia eden birini -bu iddialarını ciddiye alırsak- haliyle sadece kendi zamanının kriterleri ile değerlendiremeyiz.

Henüz hayız görmeyen 7-8-9 yaşında bir çocukla evlenmek ve cinsel ilişkiye girmek, 14 asır önce de yanlış ve adaletsizdi. O dönem Arap Yarımadasındaki toplumun bunu normal ve meşru olarak görmesi, o dönem ve coğrafyadaki insanların bilincinin ‘gelişmemiş’ olduğunu gösterir. Birkaç yüzyıl öncesine kadar da, Hindistan’ın bazı bölgelerinde kocası ölen dul kadınların yakılarak öldürülmesi asırlardır süregelen, gayet normal ve doğal bir gelenek olarak algılanıyordu. Henüz birkaç onyıl öncesine kadar, Batı toplumlarında bile kadınların en temel vatandaşlık haklarından mahrum bırakılması gayet normal karşılanıyordu. Sonsuz bilgi sahibi bir yaratıcı, şayet insanlığa evrensel hakikatler öğretmek için bir Kitap göndermiş olsaydı, bu Kitap gönderildiği dönem ve coğrafyadaki hakim olan örf ve anlayışlara bağlı kalmazdı. Kuran’da eleştirilen herhangi birşey için “ama bu, o dönemde normal karşılanıyordu” savunması, zaten Kuran’ın böyle bir yaratıcı tarafından gönderilmemiş olduğunun kabulüdür.

Bütün bunlarla birlikte yukarıdaki cümleyi tekrarlamak gerekirse: burada tartışılmakta olan konu, zaten İslam’ın sadece 14 asır öncesi için küçük kızlarla evlenmeye ve cinsel ilişkiye girmeye izin vermiş olması değil, evrensel olduğunu iddia eden Kuran’ın buna bugün de müsaade etmesi! (bkz. IV. ‘Örf/Maruf’ Küçük Kızların Evlendirilmesine Dinen Engel Olabilir mi?)

VIII. İklim ve Besin Farklılığı ile Çocuk Yaşta Bir Kız ‘Olgun’ Olabilir Mi?

Bu konuda öne sürülen savunmaların belki de en cahilcesi, iklim ve besin farklılıklarından dolayı bazı zaman ve yerlerdeki kızların ortalama olarak çok küçük yaşlarda ‘olgun’ hale gelebilmesi iddiası.

Öncelikle, burada konu edilen mesele, zaten somut bir yaş değil, Kuran’ın baliğ olmamış, yani henüz âdet (hayız) görmeyen kızlarla nikâh ve cimayı meşru sayması. Küçük olduğundan dolayı henüz âdet görmeyen bir kızın evlendirilmesi ve cinsel ilişkide bulunulması ise, o toplumdaki ortalama baliğ olma yaşı kaç olursa olsun, hoş karşılanabilecek bir durum değil.

1400 yıl öncesi Arap yarımadasındaki kızların çok daha erken yaşlarda bedensel olarak ‘kadınsı’ bir şekil aldıklarına dair de en ufacık bir bilgi yok elimizde. Sırf Muhammed’in çocuk yaştaki kızlarla nikâhını mâsum göstermek için ortaya atılan mesnetsiz bir iddia sadece. Ama bunun doğru olduğunu varsaysak bile evlilik gibi önemli bir meselede kız çocuğunun ‘kadınsı’ bir bedene sahip olması tek başına yeterli olmamalı, zihinsel olarak da belli bir olgunluğa gelmiş olması -en azından bu olgunluğa ortalama olarak varılan yaşa basmış olması- şart koşulmalı. Ama Muhammed zamanından gelen rivayetlerden de en eski fıkıh kitaplarından da anlıyoruz ki o dönemde evlendirilen kızlar da zihnen çocuktular. Zaten bu yüzden bütün fıkıh kitaplarında “baliğ olmamış kızın henüz çocuk olduğundan ve iradesinin hükmü olmadığından nikah aktini velisi yapar” gibi açıklamalar getirilmiş. Yani bugün Yemen, Afganistan, Pakistan veya Arabistan’daki küçük kızların evlendirilmesini yargılamak ama diğer yandan da Muhammed dönemindeki aynı uygulamarı eleştiriden muaf tutmak isteyen birçok Müslümanın kendilerini zorla inandırmaya çalıştıkları sebepler doğru değildir. “Bugün Pakistan’da yaşayan -örneğin- 8 yaşında bir kız henüz çocuk ve onunla evlenmek sapıklık. Ama Peygamber efendimiz zamanında 8 yaşındaki kızlar bedenen ve zihnen olgun kadınlar gibiydiler” gibi bir savunma kişinin kendi aklına tecavüz etmesinden başka birşey değildir.

IX. Sonuç

Başka hiçbir kaynak kabul etmeyip sadece Kuran’ı baz alsak da, ayetlerin nüzul sebeplerine dair hadis rivayetlerini incelesek de, genel olarak sünnet rivayetlerine başvursak da, farklı mezheplere ait tefsir ve fıkıh kaynaklarına müracaat etsek de çıkan sonuç aynı:

İslam Dini henüz bulûğa girmemiş, hayız görmeyen küçük kızlarla evlenmeyi ve cinsel ilişkide bulunmayı meşru görmektedir.

Bunun hangi açıdan bakarsak bakalım savunulabilecek hiçbir yanı yoktur. Günümüzün tüm az-çok gelişmiş ülkelerinde “çocuğun cinsel istismarı”, “pedofili (sübyancı) eylemler” başlıkları altında suç sayılan ve ağır hapis cezaları öngörülen bir davranışın, insanlara ışık tutsun diye sonsuz adalet sahibi bir yaratıcı tarafından gönderildiği iddia edilen bir kitapta meşru olması -inanan açısından- akla ihanet etmeden izah edilebilecek bir durum değildir.

Alıntı: Afak Adalı (ulpian)

Kuran’da sübyancılık

Hâlâ birçok Müslüman ülkesinde kız çocuklarının çok küçük yaşta evlendirildiklerini ve genelde kendilerinden yaşça hayli büyük kocalarının cinsel heves ve arzularına terk edildiklerini biliyoruz. Bunların sadece çok ufak bir oranı -herhangi bir ‘özel durum’ olması hasebiyle- medyada yer alıyor. Örneğin 2008′de 8 yaşındayken babası tarafından gizlice evlendirilen kız çocuğunun açtığı boşanma davası medyadan yoğun ilgi görmüştü. 11 Yaşında evlendirilen Fevziye‘nin doğum yaptığı sırada ölmesi 2009′da dünya medyasında yankı bulmuştu. Bu yıl ise Yemen Hükümeti’nin 17 yaş altındaki kızların evlenmesini yasaklamak isteyen yasa değişikliği teklifine karşı Yemenli dindar ve muhafazakâr kesimlerin ağır muhalefetine tanık olduk.

Yasa değişikliğine karşı çıkanların ana argümanı “Allah’ın izin verdiği birşeyi kul yasaklayamaz!” olmuştur.

Bu makalede bu argümanın -İslam açısından- hiç de düşük olmayan haklılık payını göstermeye çalışacağım. Bunu yaparken de ehl-i sünnet kayıtlarına göre çocuk yaşta Muhammed’le evlendirilen Ayşe meselesine hiç girmeyip sadece Kuran ayetlerini baz alacağım. Sorun -öyle yansıtılmaya çalışılsa da- geri kalmış Müslüman ülkelerin eğitimsiz halkları tarafından İslam’a mal edilen fakat İslam’la alâkası olmayan töre ve gelenekler değil; sorun aynı zamanda bizzat İslam’ın yani Kuran’ın kendisinde…

“Kuran küçük çocuklarla evlenmeyi teşvik ediyor” diyemesek de (bunu daha çok Sünnet için diyebiliyoruz) “bulûğ yaşına bile girmemiş küçük kızlarla evlenmenin ve cinsel ilişkide bulunmanın dinen caiz olduğu” hükmü İslam Hukuku metodolojisi (fıkıh usûlü) açısından gayet düzgün, makûl, anlaşılabilir yöntemlerle Kuran’ın kendisinden çıkmakta… Nitekim -aşağıda kaynaklarıyla örneklenecek olan- önde gelen İslam âlimleri de işte bu hükmü bizzat Kuran’dan çıkarmıştır.

I. Çocuğun Cinsel İstismarı İçin Kuran’dan Çıkan Meşruiyet

1. Talâk Suresi’nin 4. Ayeti

Talâk/4
Kadınlarınızdan âdetten kesilmiş olanlarla (henüz) âdet görmeyenler hususunda tereddüt ederseniz onların bekleme süresi üç aydır. Hamile olanların bekleme süresi ise doğum yapmalarıyla sona erer. Kim Allah’a karşı gelmekten sakınırsa Allah ona işinde bir kolaylık verir.

2. Talâk/4′ün Bağlamı

a. Bakara/228 ve İddet (Boşanmada bekleme süresi)

Nüzûl sırasına göre daha önce gelmiş olan Bakara Suresi’nin bir ayeti bu konuda net bir hüküm getirmiş:

Bakara/228
Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç ay hâli (hayız veya temizlik müddeti) beklerler. Eğer Allah’a ve ahiret gününe inanıyorlarsa Allah’ın kendi rahimlerinde yarattığını gizlemeleri onlara helâl olmaz. Kocaları bu süre içinde barışmak isterlerse onları geri almağa daha çok hak sahibidirler. Kadınların yükümlülükleri kadar meşru hakları vardır. Yalnız erkeklerin kadınlar üzerinde bir derece farkı vardır. Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.

Görüldüğü üzere, Bakara suresinin 228. ayeti boşanmanın kesinleşmesi için “üç ay hali” (yani üç menstrüasyon dönemi) müddetince bir süre belirler.

Bu “boşanmada bekleme süresi“ne İslam ıstılahında “iddet” denilir. Kadını boşamanın Arapçası ise ilgili sureye de adını veren “talâk” sözcüğüdür. İddet boyunca kadın -boşanma henüz kesinleşmemiş olduğundan- bir başkası ile evlenemez. Erkek bu mühlet içerisinde geri dönerse (barışırsa) evlilik devam eder; yani boşanma gerçekleşmiş olmaz. Çift tekrar birleşmeden iddet biterse boşanma kesinleşmiş olur.

İslam âlimlerince iddetin gayeleri şu şekilde açıklanır:

– Fevri boşanma kararları ile nikâhın bitmesi önlenmiş olup hukuken evliliği kesin olarak bitirmeden tekrar düşünme ve barışma imkânı verilmiştir. Böylece geçici öfke ve benzer durumlardan dolayı yuvanın yıkılması engellenmiş, evlilik müessesesinin önemi vurgulanmıştır.

– İddet olmasa idi kadının boşanmasından kısa bir süre sonra hamile olduğunun anlaşılması durumunda nesebin karışması ve dedikodu çıkması tehlikesi söz konusu olurdu. İddet sayesinde (ki kadınlar bu süre boyunca evlerinde tutulur, bkz Talâk/1) bu tehlike de önlenmiştir. Bu süre içerisinde kadının hamile olduğu ortaya çıkarsa çocuğun anneyi boşayan kocaya ait olduğu anlaşılır.

b. Ahzâb/49

Ahzâb Suresi’nin 49. ayetinde ise evli çift henüz cinsel temasta bulunmamışsa boşanma durumunda iddeti beklemeye gerek olmadığı açıklanır:

Ahzâb/49
Ey inananlar! Mümin kadınlarla nikâhlanıp onları temasta bulunmadan boşadığınızda artık onlar için size iddet saymaya lüzum yoktur. Kendilerine bağışta bulunarak onları güzellikle serbest bırakın.

c. Talâk/1-4

Şimdi asıl konumuz olan Talâk Suresi’ne ve bu surenin 4. ayetine tekrar dönebiliriz.

Bu arada surelerin (İslam âlemi tarafından genel kabul gören) nüzûl sırası da bu başlıkta işlendiği gibidir (Bakara → Ahzâb → Talâk).

Talâk/1
Ey peygamber! Kadınları boşamak istediğinizde onları iddetlerini dikkate alarak (temizlik hâlinde) boşayın ve iddeti sayın. Rabbiniz olan Allah’a karşı gelmekten sakının. Apaçık bir hayasızlık yapmaları dışında onları (bekleme süresince) evlerinden çıkarmayın, kendileri de çıkmasınlar. Bunlar Allah’ın sınırlarıdır. Kim Allah’ın sınırlarını aşarsa şüphesiz kendine zulmetmiş olur. Bilemezsin; olur ki Allah sonra yeni bir durum ortaya çıkarır.

Talâk/2
Boşanan kadınlar iddetlerinin sonuna varınca onları güzelce tutun yahut onlardan güzelce ayrılın. İçinizden iki adil kimseyi şahit tutun. Şahitliği Allah için dosdoğru yapın. İşte bununla Allah’a ve ahiret gününe inanan kimselere öğüt verilmektedir. Kim Allah’a karşı gelmekten sakınırsa Allah ona bir çıkış yolu açar.

Talâk/3
Onu beklemediği yerden rızıklandırır. Kim Allah’a tevekkül ederse o kendisine yeter. Şüphesiz Allah, emrini yerine getirendir. Allah her şeye bir ölçü koymuştur.

Ve:

Talâk/4
Kadınlarınızdan âdetten kesilmiş olanlarla (henüz) âdet görmeyenler hususunda tereddüt ederseniz onların bekleme süresi üç aydır. Hamile olanların bekleme süresi ise doğum yapmalarıyla sona erer. Kim Allah’a karşı gelmekten sakınırsa Allah ona işinde bir kolaylık verir.

3. Sonuç

– Bakara/228′de boşanmanın kesinleşmesi için bir bekleme süresi (iddet) şart koşuluyor ve bu süre kadının üç “ay hali” (âdet hali = hayz hali) olarak belirleniyor.

– Ahzâb/49′da eğer evli çift cinsel ilişkide bulunmamışsa boşanma durumunda bu süreyi beklemeye lüzûm olmadığı söyleniyor.

– Talâk/1-3′de tekrar (Bakara/228′deki) boşanma süresine (iddet’e) atıfta bulunarak bu süre ile ilgili bir takım düzenleme ve tavsiyeler getiriliyor.

– Talâk/4′de ise, bekleme süresinin (iddet’in) hayız görmeyen kadınlarda ne kadar olacağı bildiriliyor. Hayız görmeyen kadınlar üç gruba ayrılıyor:

(a) Âdetten kesilenler => üç ay
(b) Küçük olduğundan henüz âdet görmeyenler => üç ay (bkz. Talâk/4′ün tefsiri)
(c) Hamileler => doğuma kadar

Evlilik: Talâk/4′te yaşı küçük olduğundan henüz âdet görmeyen küçük kızların boşanma durumunda bekleme süresinin 3 ay olduğu yazmaktadır. Dolayısıyla Kuran’a göre henüz âdet görmeyen küçük kızlarla evlenmenin bir sakıncası yoktur.

Cinsel İlişki (Cima): Ahzab/49′da cinsel temas olmadan boşanılırsa bekleme süresi olmadığı söyleniyor. Fakat Ahzab Suresi’nden -nüzûl sırasına göre de- daha sonra gelen Talâk’ta âdet görmeyen küçük kızlar için 3 ay iddet belirleniyor. Dolayısıyla Henüz âdet görmeyen küçük kızlarla kocalarının cinsel ilişkiye girmelerinin Kuran’a göre sakıncası yoktur.

II. Tefsir ve Fıkıh Kaynaklarından Örnekler

Yukarda varmış olduğumuz sonucu, muhtelif tefsir ve fıkıh kaynaklarıyla da teyid edebilmekteyiz. Dikkat edilirse tüm bu örneklerde henüz bulûğ yaşına girmemiş küçük kızların sadece evlendirilmesinden değil, aynı zamanda kocalarının kendileriyle cinsel ilişkiye (cima‘ya) girmesinden bahsedilmekte.

Tefsir Kaynakları

(1) Mevdudi
Buluğa ermediği için hayız görmeyen veya bazı nedenler dolayısıyla geç hayız gören ya da çok büyük bir istisna olup da hiç hayız görmeyen kadınlar, hayızdan kesilmiş kadınlar gibi talaktan sonra 3 ay iddet beklerler.
Kur’an’ın bu açıklamasına göre burada “Mudhale” (kocasıyla gerdeğe girmiş) bir kadının sözkonusu olduğuna dikkat edilmelidir. Çünkü eğer mübaşeret olmasaydı iddet sözkonusu olmazdı. (Bkz. Ahzab: 49) Bu yüzden henüz hayız görmeye başlamamış kızların iddetinin beyan edilmesinden anlaşıldığına göre bu yaştaki kızlarla evlenmek ve kocalarının kendileriyle cinsel ilişkide bulunması caizdir. Dolayısıyla Kur’an’ın caiz gördüğü bir davranışı hiçbir Müslüman’ın yasaklamaya hakkı yoktur.
(Ebu’l Al’a Mevdudi, Tefhimu’l Kuran, Talâk/4)

(2) Taberi
Âyet-i kerimede “Hiç adet görmeyenler de böyledir.” buyurulmaktadır. Bundan maksat küçük yaşta evlenen ve zifafa girdikten sonra boşanan kadınlardır. Bunlar adet görmedikleri için iddetleri aylarla ölçülür; bu da üç aydır. Nitekim Süddi, Katade ve Dehhak bu kısmı aynı şekilde izah etmişlerdir.
(Ebu Cafer Muhammed b.  Cerir’et-Taberi, Taberi Tefsiri, Talâk/4)

(3) İmam Kurtubi
“İddetleri vaktinde” buyruğu, söz konusu edilen kadınların kocaları ile gerdeğe girmiş olan kadınlar olmasını gerektirmektedir. Çünkü kendileri ile gerdeğe girilmemiş olan kadınlar yüce Allah’ın “Ey iman edenler! Mü’min kadınları nikahlayıp sonra kendilerine dokunmadan onları boşarsanız sizin için onlar aleyhine sayacağımız bir iddet olmaz” (el-Ahzab, 33/49) buyruğu ile bu kapsamın dışına çıkarılmaktadır.
(İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 17/417)
“Asla ay hali olmayanlar” ile kastedilen küçük yaştakilerdir. Bunların da iddetleri üç aydır. Buna göre haber hazfedilmiştir. Bu durumdakinin iddetinin ay hesabı ile yapılmasının sebebi bunda adetin olmayışıdır.
(İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 17/437-438)

(4) Mukâtil B. Süleyman El-Horasânî
Bakara Suresi’nde yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
Boşanan kadınlar kendi kendilerini üç kur’ (yani, üç ay hâli) gözetlerler. (Bakara/228).
Boşanan kadınların iddeti bu şekilde idi. Ancak Yüce Allah, kocasının kendisi ile gerdeğe girmeden boşadığı kadını bundan istisna ederek Ahzâb Suresi’nde şöyle buyurmaktadır:
“Ey îmân edenler! Mümin kadınları nikahlayıp sonra kendilerine dokunmadan (yani onlarla cima etmeden) onları boşarsanız sizin için onlar aleyhine sayacağınız bir iddet yoktur. (Ahzâb/49).
Talâk sûresinde Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
Hayızdan kesilmiş (yani yaşlı olduklarından dolayı artık hayız görmeyen) ve (yaşlarının küçüklüğü sebebiyle henüz) hayız görmeyen kadınlarınıza gelince -şüphelendinizse- onların iddeti üç aydır. (Talâk/4)
Görüldüğü gibi hayız görme yaşına gelmemiş ve kendisi ile gerdeğe girildikten sonra kocası tarafından boşanmış kadının durumu da aynı şekildedir; onun da iddeti üç aydır.
(Mukâtil B. Süleyman El-Horasânî, Ahkam Ayetleri Tefsiri, İşaret Yayınları, S. 217-219 – Talâk bahisleri; Kadının İddeti ve İddet Esnasındaki Sükna Hakkı)

Fıkıh Kaynakları

(1) Camisab Özbek, Dört Mezhebe Göre İslam Fıkhı
Ayrılma İddeti: Cinsi ilişkiden sonra nikâhın fesh olunması veya boşanma suretiyle ayrılan kadının beklemesi lazım gelen iddettir. Eğer kadın hamile ise onun iddeti doğurması ile biter. Bu hükmün delili Talâk 4 ayetidir. Eğer hamile değilse ve hayız görüyorsa onun iddeti kocasından ayrıldıktan sonra üç defa temizlenmektir. Bunun delili Bakara/228′dir.
Eğer kadın bulûğa ermemiş veya hayızdan kesilmiş ise onun iddeti kocasından ayrıldıktan sonra üç aydır. Bunun delili Talâk/4′tür.
Cinsi ilişkisiz boşanan kadın veya nikâhı fesh olan kadının iddet beklemesi söz konusu değildir. Bunun delili Ahzab/49′dur.
(Camisab Özbek, Dört Mezhebe Göre İslam Fıkhı, Ravza Yayınları, (4. Cilt, 3. Bölüm), 62. Bölüm, İddet, Ayrılma İddeti)

(2) İmam Nevevi
Ayrılma iddeti: Koca hayatta iken nikâhın feshi veya boşama sebebi ile karısından ayrılmasına bağlı olan iddettir. Bu iddet cinsel ilişkiden sonra veya erkeğin menisini karısının rahmine akıttıktan sonra meydana gelen ayrılma ile vacib olan iddettir.
(…)
Hayız görmemiş hür olan küçük yaştaki kadın ile hayız halinden tamamen kesilmiş kadının iddeti hilâl ayı ile üç aydır.
(İmam Nevevi, Minhac, Kahraman Yayınevi, Nikâh, İddet)

(3) Molla Hüsrev
Küçüklükten veya yaşlılıktan dolayı hayz görmeyen veya bulûğuna yaş ile hükmedilip hayz görmeyen hür kadın hakkında talâkta iddet üç aydır. Çünkü Allah Teâlâ ,(C.C):
“Kadınlarınız içinde ay hâli görmekten kesilenler ile henüz ay hâli görmemiş olanlarda eğer şüphe ederseniz onların îddet beklemeleri üç aydır.” buyurmuştur.
Eğer kadın cima edildi ise üç ay iddet bekler. Çünkü yukarda geçtiği vechle cimâdan önce boşanırsa iddet yoktur.
(Molla Hüsrev, Gurer ve Dürer, 2. Cilt, 3. Bölüm, İddet Babı)

(4) İbn Rüşd
İddetin (Boşanmada Bekleme Süresinin) Çeşitleri:
Kadın ya hürdür, ya cariyedir. Bunlardan her biri de boşandığı zaman ya kendisiyle gerdeğe girilmiş ya girilmemiştir. Eğer kendisiyle gerdeğe girilmemiş ise bu kadının iddeti yoktur; boşanır boşanmaz evlenebilir. Zira Cenâb-ı Hak “Ey iman etmiş olanlar. Mümin kadınlarla evlendikten sonra onlarla temas etmeden onları boşadığımızda onların size iddet saymasına lüzum yoktur” buyurmuştur. Eğer kendisiyle gerdeğe girilmiş ise o zaman bu kadın ya adet gören, ya da görmeyen kadınlardandır. Adet görmeyen kadınlar da ya küçüktürler, ya da yaşlı oldukları için artık âdetten kesilmişlerdir. Adet görenler de ya gebedirler, ya normal âdetleri devam eder, ya herhangi bir sebeple kanları kesilmiştir, ya da müstehazedirler.
(İbn Rüşd Kadı Ebu’l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd El-Hafîd, Bidayetü’l-Müctehid ve Nihayetü’l-Muktesid, Beyan Yayınları: 3/75 – Talak, İddetin Çeşitleri)

Bu örnekleri sıralarken özellikle farklı asırlarda yaşamış, farklı mezhep ve kültürlere sahip olan İslam âlimleri seçildi. Örneğin Fatih Sultan Mehmed’in hocası, Türk-Osmanlı İslam Fıkıhı’nda büyük etkisi olan, Hanefi âlim Molla Hüsrev‘in Gurer ve Dürer olarak kısaltılan fıkıh eseri yüzyıllar boyunca Türk-Osmanlı Medreseleri’nde ders kitabı gibi takip edilmiştir. İmam Nevevi‘nin Minhacı Şafii fıkhının en önemli eserlerinden. Mezhepler arası mukayeseli İslam Hukuku alanının önemli eserlerinden olan Bidayetül Müctehid‘in sahibi, Batı dünyasında Averroes olarak tanınan meşhur bilgin İbn Rüşt.

Mukâtil B. Süleyman günümüze kadar ulaşmış olan en erken tam Kuran tefsirinin sahibi. Taberi ve İmam Kurtubi tefsir ilminin en önde gelen âlimlerinden. Mevdudi 20. yüzyılda yaşamış meşhur İslam bilginlerinden…

Hepsinin vardığı sonuç aynı: Küçük olduğundan dolayı henüz bulûğa girmemiş kızlarla evlenmek ve cinsel ilişkide bulunmak Kuran’a göre caizdir.

Buna rağmen birçok âlim cinsel ilişki yaşı için bir alt sınır belirleme ihtiyacı da duymuş elbette. Azınlıkta kalan bir görüş -yukarda verilen ayetlere rağmen- en azından kızın âdet görmeye başlamış olmasını şart koşarken, kimisi 9 yaşına girmiş olmasını öngörmüştür. Fakat büyük çoğunluk her iki sınırı da reddederek kızın cinsel ilişkiden dolayı hastalanıp hastalanmayacağı kıstasını getirmiş. 300 Yıl kadar önce bir ulema heyeti tarafından hazırlanan ve Hanefi mezhebinin bütün içtihad ve fetvalarını derleyen meşhur Fetevayyı Hindiyye adlı eserde mesele şöyle geçer:

Fetevayı Hindiyye
“Küçük kıza ne zaman cima edilebileceği hususunda görüş ayrılığı vardır. Bazı âlimler “Bulûğa erişinceye kadar ona cima yapılmaz”, bazıları ise “Dokuz yaşına varınca ona cima edilir” demişlerdir. Bahrü’r -Râık’ta da böyledir. Âlimlerin ekserisine göre bu hususta yaşa itibar edilmez; gücünün yetmesine itibar edilir. Eğer kız şişman, gelişmiş, cimaya tahammüllü ve erkeğin kendisine cima etmesinden dolayı hasta olmasından korkulmaz ise dokuz yaşına varmamış olsa bile ona cima edilebilir. Ancak kız zayıf ve cimaya tahammülsüz olursa vaya cima sebebi ile hastalanacağından korkulursa yaşı büyük olsa bile ona cima etmek helâl olmaz.
Sahih olan görüş de budur.”
(Fetevayı Hindiyye, Akçağ Yayınları, Nikâh, 4. Nikâhta Velayet, Bu Konu İle İlgili Diğer Bazı Mes’eleler)

Görüldüğü gibi -en medenî olarak bilinen- Hanefi mezhebine göre bile kız henüz âdet görmüyor olsa ve henüz 9 yaşından küçük olsa dahi eğer cinsel ilişkiden dolayı fiziken hasar görmeyecekse kocası onunla cinsel ilişkide bulunabilir.

Küçük kızın cinsel ilişkiden dolayı fiziken hasar görüp görmeyeceğine karar verecek olan ise -elbette ki- kocasıdır. Ancak kızın babasının burada itiraz hakkı var. Eğer baba cinsel ilişkiye itiraz etmezse hukuken herhangi bir denetim yok. Baba itiraz eder, koca ise cinsel ilişki kararında ısrar ederse mesele mahkemeye (‘kadı’ya) havale edilir.

Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı
Babası, nikâh ettirdiği kızının cinsel temasa güç getiremeyecek kadar küçük veya zayıf olduğunu iddia eder, kocası ise bunun aksini savunursa o takdirde durum ‘kadı’ya havale edilir. Kızın mahkemeye gelmesi mümkünse davet edilir ve durumu tespite çalışılır. Mümkün değilse iki bilirkişi kadına havale edilir; onların vereceği bilgiye göre karara varılır.
(Prof. Dr. Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, Nikâh, Kızın Cinsel Temasa Güç Getirip Getirmeyeceği İhtilâf Konusu Olursa)

III. Genel Değerlendirme

Tam da bu yazıya son şeklini vermekle meşgûlken Yemen’de 13 yaşında evlendirilen bir kız çocuğunun nikâhtan dört gün sonra genital kanama sebebiyle öldüğü haberini okudum. Malesef hâlâ bu denli güncelliğini korumakta olan bu meselenin doğrudan İslam ve Kuran’la da ilişkili olduğunu açıklamaya çalıştım bu yazıda. Bir sonraki yazımda bu teze ve yukarıda sunduğum gerekçelere Müslüman kesimlerden gelen ve gelebilecek itirazları ele alacağım.

Şu kadarını şimdiden söyleyebileceğimi sanıyorum ki birçok Müslüman okuyucu yukarıda anlatılanları ve aktarılanları kabul etmeyip ayetlerin sırf İslam’ı kötülemek için çarpıtıldığını, iktibas edilen bunca İslam âliminin ise Kuran’ı yanlış yorumladığını düşünecektir muhtemelen. Daha doğrusu bu netice içlerine sinmediği için kendilerini böyle düşünmeye zorlayacaklardır.

Ama bunca âlimin sırf kişisel şehvet ve cinsel eğilimlerini meşrulaştırmak için Kuran’ı kasten yanlış yorumladıklarını söylemek her halükârda insafsızlık olur. Çoğunun küçük yaşta bir kızla evliliği dahi yok. Yanlış hüküm verdikleri düşünülse bile en azından bu hükme ilmi samimiyetle “Kuran böyle diyor” diye düşünerek vardıkları teslim edilmeli. Öyleyse en azından şunun da kabul edilmesi gerekir ki, Kuran işte böyle bir hüküm vermeye de müsait.

Diğer birçok alanda son derece teferruatlı düzenlemeler getiren (örn. Nisa/11, 12 ve 176) veya -meselâ- tek tek kimlerle evlenmenin yasak olduğunu sayan (Nisa/22, 23, 24), kişinin kendi öz annesiyle, kızıyla veya kız kardeşiyle evlenmesini özel olarak ayetle yasaklamayı bile ihmâl etmeyen Kuran, evlilik yaşı için hiçbir alt sınır getirmemiş. Yaş olarak olmasa bile en azından “âdet görmeye başlamış olması” gibi bir şart bile koymamış. Üstelik böyle bir sınır hiçbir ‘hadis’te de yok. Tersine Kuran’ın bir ayetinde henüz âdet görmeyen küçük kızların boşanma süresi düzenlenmiş, diğer bir ayetinde cinsel ilişki olmamışsa boşanma süresine gerek yok denilmiş…

Ve böylece 14 asırdır İslam Hukukçularının büyük çoğunluğu tarafından küçük kızlarla evliliğin ve cinsel ilişkinin meşru görülmesi kaçınılmaz olmuş. Ortada bir “yanlış anlama” varsa bile bu yanlış anlamanın müsebbibi bizzat Kuran!

Kuran’ı söyleyen zatın (inananlara göre herşeyi bilen, herşeye gücü yeten Allah’ın) bir-iki açık ve net ifadesiyle 14 asır boyunca küçük kızlarla evlilik ve cinsel ilişki İslam ülkelerinde meşru görülemezdi. Nice küçücük canlar heba olmazdı. Ve daha birkaç gün önce resmî kocasıyla cinsel ilişki sebebiyle hayatını yitiren 13 yaşındaki Elham kim bilir belki de şu an yaşıtlarıyla evcilik oynuyor olacaktı.

Alıntı: Afak Adalı (ulpian)

İslamiyet hurafedir

Hurafe, sözlüklerde ‘boş inanç’ olarak tanımlanır. İslam diniyle ilgili tanımlandığı zaman ise, ‘dine sonradan girmiş yanlış inanç’ diye tanımlanıyor. Acaba böyle mi?

Bugün İslam dünyasında ‘hurafe’ denildiği zaman; türbelere bez bağlamak, mum yakmak vb. şeyler akla gelir ve sadece bunların hurafe olduğu zannedilir. Hâlbuki İslam’ın özünde de bu hurafelere yer vardır ama nedense hiç bahsedilmez.

Mesela ‘büyü’ dediğimiz şey, hurafeden başka bir şey değildir. Ama gelin görün ki, Kuran bu konuda böyle düşünmüyor:

Bakara, 102:
Süleyman’ın hükümranlığı hakkında onlar, şeytanların uydurup söylediklerine tâbi oldular. Halbuki Süleyman büyü yapıp kâfir olmadı. Lâkin şeytanlar kâfir oldular. Çünkü insanlara sihri ve Babil’de Hârut ile Mârut isimli iki meleğe indirileni öğretiyorlardı. Halbuki o iki melek, herkese: Biz ancak imtihan için gönderildik, sakın yanlış inanıp da kâfir olmayasınız, demeden hiç kimseye (sihir ilmini) öğretmezlerdi. Onlar, o iki melekden, karı ile koca arasını açacak şeyleri öğreniyorlardı. Oysa büyücüler, Allah’ın izni olmadan hiç kimseye zarar veremezler. Onlar, kendilerine fayda vereni değil de zarar vereni öğrenirler. Sihri satın alanların (ona inanıp para verenlerin) ahiretten nasibi olmadığını çok iyi bilmektedirler. Karşılığında kendilerini sattıkları şey ne kötüdür! Keşke bunu anlasalardı!

Bu ayette gördüğümüz ‘karı ile koca arasını açacak şey’ tabi ki büyüdür. Demek ki İslam’da da hurafe varmış.

Müslümanların namazda okuduğu dualardan biri de Felak suresidir. Bakın bu surede Allah’a hangi konuda sığınmanız gerekiyor?

Felak, 4:
Düğümlere üfürüp büyü yapan üfürükçülerin şerrinden.

Akılcı düşünen bir insan, büyü diye bir şeyin olmadığını bilir. Peki, Kuran’da ‘büyü’ denilen şeyin bir ‘gerçek’ gibi kabul edilmesinin (helal veya haram olsun, fark etmez) bir mantığı var mıdır?

Hatta hadislere göre, bir ara Muhammed bile bir Yahudi tarafından (Lebid b.A’sam) büyülenmiş ve bir süre o şekilde dolaşmıştır. Yani hadislerde de ‘büyü’ konusu işleniyor ve kabul ediliyor.

Görüldüğü gibi, İslam dini, ‘hurafe’ diye dışladığı şeyden kurtulamamıştır. Kuran’ın akla ve bilimselliğe aykırı olduğu ortadadır.

Kuran’daki çelişkiler

Kuran’da çelişkiler hakkında pek çok konu işlenmiştir. Ancak bir çelişki var ki, işin içinden çıkmak mümkün değil. Bir peygamber hakkında verilen hükümlerde bile, nasıl bariz bir çelişkinin olduğunu görebilmekteyiz.

Muhammed, ‘Ücret istemiyorum.’ diyerek işe başlıyor.

Enam, 90:
De ki: Ben buna (peygamberlik görevime) karşılık sizden bir ücret istemiyorum.

Yusuf, 104:
Hâlbuki sen bunun için (peygamberlik görevini îfa için) onlardan bir ücret istemiyorsun.

Furkan, 57:
De ki: Buna karşılık, sizden, Rabbine doğru bir yol tutmayı dileyen kimseler (olmanız) dışında herhangi bir ücret istemiyorum.

Sad, 86:
(Resulüm!) De ki: Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum.

Şura, 23:
De ki: Ben buna karşılık sizden akrabalık sevgisinden başka bir ücret istemiyorum.

Sebe, 47:
De ki: Ben sizden bir ücret istemişsem, o sizin olsun. Ücretim yalnız Allah’a aittir.

Kalem, 46:
Yoksa sen onlardan bir ücret istiyorsun da bu yüzden onlar ağır bir borç altında mı kalıyorlar?

Ücret istemeyen bir Peygamber, nasıl olur da ganimetlerin önce tamamına, sonra da 5’te 1’ine el koyabilir?

Enfal, 1:
Sana savaş ganimetlerini soruyorlar. De ki: Ganimetler Allah ve Peygamber’e aittir.

Enfal, 41:
Eğer Allah’a ve hak ile bâtılın ayrıldığı gün, iki ordunun birbiri ile karşılaştığı gün (Bedir savaşında) kulumuza indirdiğimize inanmışsanız, bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah’a, Resulüne, onun akrabalarına yetimlere, yoksullara ve yolcuya aittir.

Ve nasıl sadaka alabilir?

Mücadele, 12:
Ey iman edenler! Peygamber ile gizli bir şey konuşacağınız zaman bu konuşmanızdan önce bir sadaka veriniz. Bu sizin için daha hayırlı ve daha temizdir. Şayet bir şey bulamazsanız, bilin ki Allah bağışlayandır, esirgeyendir.

Tabi bir müddet sonra sadaka konusunda geri adım atılmış.

Mücadele, 13:
Gizli bir şey konuşmanızdan önce sadakalar vermekten çekindiniz mi? Bunu yapmadığınıza ve Allah da sizi affettiğine göre artık namazı kılın, zekâtı verin Allah’a ve Resulüne itaat edin. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.

Ama buradaki çelişki, sadaka istenmesidir. Muhammed sadaka almamış da olabilir. Mesele, bunun Kuran’da yer alması. Bir örnek daha:

Tevbe, 103:
Onların mallarından sadaka al; bununla onları (günahlardan) temizlersin, onları arıtıp yüceltirsin. Ve onlar için dua et.

Muhammed, hiç sadaka almamış bile olsa, ayetlerde ‘sadaka verin’ ya da ‘ganimetten pay ayırın’ demiş olması, açık bir çelişkidir. Ücret istemeyen bir peygamber, ganimet de alamaz, sadaka da. Muhammed’in bu ücret ile ne yaptığı önemli değil. İsterse fabrika kurmuş olsun, hiç fark etmez. Burada bariz bir çelişki vardır. Bu çelişkinin nedeni de Muhammed’in günlük siyasi ihtiyaçlarıdır ve bu ihtiyaçlara göre ayetler yazmasıdır. Kuran’da bunun onlarca örneği var.

Tabi Muhammed’in sadaka aldığının kanıtlayan şu ayeti de konuya ekleyebiliriz:

Tevbe, 58:
Onlardan sadakaların (taksimi) hususunda seni ayıplayanlar da vardır. Sadakalardan onlara da (bir pay) verilirse razı olurlar, şayet onlara sadakalardan verilmezse hemen kızarlar.

Görüldüğü gibi; sadaka aldığı için laf söyleyenler olmuş. Ve buna cevap olarak bir ayet yazılmış. İşin tuhaf yanı, koskoca Tanrı, 3-5 tane kâfire laf yetiştirmek için bile ayet heba ediyor. Muhatap almaması gerekmez mi? Ya da daha önce Musa’nın kavmine yaptığı gibi, yıldırım çarptırabilirdi. Nedense olmamış işte böyle şeyler.

Son olarak da, bu surelerin ‘iniş sıraları’na bakalım.

Bunlar, Muhammed’in ‘Ücret istemiyorum.’ dediği ayetlerin bulunduğu sureler:

Kalem -> 2
Sad -> 38
Furkan -> 42
Yusuf -> 53
Enam -> 55
Sebe -> 58
Şura -> 62

Bunlar da Muhammed’in sadaka ve ganimet aldığını gösteren ayetlerin bulunduğu sureler:

Enfal -> 93
Mücadele -> 104
Tevbe -> 113

Surelerin iniş zamanları, herşeyi anlatmaktadır. Görebilenler için.

Kuran’daki dilbilgisi hataları

Kuran’ın bir belagat mucizesi olduğu ve bir benzerinin yazılamayacağı söylenir. İddiaya göre, içerdiği dil mükemmeldir ve hata da yoktur. Bugüne kadar bunun ne ölçüde sorgulandığı ise meçhul.

Zira yaptığımız basit bir araştırmayla bile görüyoruz ki, Kuran’da pek çok yazım hatası var.

1) ‘De/De ki/Deyin/Deyin ki’ vb. ifadelerin unutulmasından kaynaklanan hatalar

Mesela Bakara suresinin 138. ayetini ele alalım. Bu ayetin mealinde, ayetin sonunda gördüğümüz ‘deyin’ ifadesi, Kuran’ın orijinalinde yok. Meallere sonradan eklenmiş, parantez açılarak.

Bakara, 138:
Allah’ın (verdiği) rengiyle boyandık. Allah’tan daha güzel rengi kim verebilir? Biz ancak O’na kulluk ederiz (deyin).

Ekleme yapılmasının sebebi ise, bu kelimenin orijinal metinde yer almaması, yani unutulmuş olması ve bu yüzden de bir dilbilgisi hatası oluşmasıdır. Ya Muhammed gaf yapmıştır, ya da Kuran’a yanlış yazılmıştır. Öyle ya da böyle, ortada bir hata olduğu açıkça görülüyor.

Mesela burada da, ayetin başında ‘De ki’ ifadesi olması lazım. Ama yok. Acaba Allah, kendi kendine mi hamd ediyor?

Saffat, 182:
Âlemlerin Rabbi olan Allah’a da hamd olsun!

Bu ayetlerde de konuşan Allah değil, Muhammed’dir. Çünkü ‘De ki’ ifadesi unutulmuştur. Muhammed, gaf yaparak, bu ayetleri kendi dilinden yazdırmıştır. Ya da Kuran’ın kitaplaştırılması sırasında yazım hataları yapılmıştır. Mealciler ise, parantezler açarak düzeltme yapmak zorunda kalmışlardır.

Enam, 104:
Ben üzerinize bekçi değilim.

Enam, 114:
Allah’dan başka bir hakem mi arayacağım? Halbuki size Kitab’ı açık olarak indiren O’dur.

Hud, 2:
Şüphesiz ki ben, onun tarafından size (gönderilmiş) bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim.

Şura, 10:
İşte, bu Allah, benim Rabbimdir. O’na dayandım ve O’na yönelirim.

Zariyat, 50:
Çünkü ben, size O’nun katından (gelmiş) açık bir uyarıcıyım.

Zariyat, 51:
Zira ben size O’nun tarafından (gelmiş) açık bir uyarıcıyım.

Neml, 91:
Ben ancak, bu şehrin (Mekke’nin) Rabbine -ki O burayı dokunulmaz kılmıştır- kulluk etmekle emrolundum.

Gördüğünüz gibi, bu ayetlerde konuşan Allah değil, Muhammed’dir. Bu yüzden de bu ayetlerde ‘De ki’ ifadesi olması gerekiyordu. Mesela bir örnek verelim:

Yunus, 108:
De ki: Ey insanlar! Size Rabbinizden Hak (Kur’an) gelmiştir… Ben sizin üzerinize vekil değilim. (Sadece tebliğ etmekle memurum).

Görüldüğü gibi, bu ayette ‘De ki’ ifadesi unutulmamış, orijinal metinde mevcut yani. Dolayısıyla bir hata yok. Ama yukarıda gördüğümüz ayetlerde unutulmuş. Orijinal metinde yok. Meallerde düzeltme yapılıyor sürekli. Ya Muhammed gaf yapılmış, ya da Kuran tahrif olmuş. Muhtemelen hiçbir Müslüman, Muhammed’in gaf yaptığını kabul etmez. O yüzden, Kuran’ın tahrif olduğunu kabul etmek gerekiyor.

Her ne kadar Müslümanlar, bazı ayetlerin bu şekilde olabileceğini söylese de, bu, geçerli bir cevap olamaz. Çünkü ayetlerde bir insan konuşmaktadır, yani bu ayetler, ‘Allah sözü’ değildir. O yüzden bu ayetler ya Kuran’da olmamalıydı, ya da bu şekilde olmamalıydı.

2) ‘De/De ki’ vb. ifadelerin gereksiz yere kullanılmasından kaynaklanan hatalar

Bu ayetlerde ise, ‘De ki’ ifadesi fazladan kullanılmıştır ve anlatım bozukluğu oluşturmuştur.

Bakara, 97:
De ki: Cebrail’e kim düşman ise şunu iyi bilsin ki Allah’ın izniyle Kur’an’ı SENİN KALBİNE bir hidayet rehberi, önce gelen kitapları doğrulayıcı ve müminler için de müjdeci olarak o indirmiştir.

Bakara suresinin 97. ayetinde, ‘benim kalbime inmiştir’ demesi gerekiyorken, bir hata yapılıyor ve ‘senin kalbine inmiştir’ deniyor. Konuşan Muhammed olduğuna göre, Kuran kimin kalbine inmiş? Tabi burada ‘meal hatası’ falan söz konusu değil, Arapça metinde de durum bu şekilde. Buradaki anlatım bozukluğuna sebep olan şey ise, ayetin başında bulunan ‘De ki’ ifadesidir. Ya da ‘benim kalbime inmiştir’ demesi gerekiyordu. Ama dememiş.

Zümer, 10:
De ki: Ey inanan kullarım! Rabbinize karşı gelmekten sakının.

Zümer, 53:
De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin!

Bu ayetlerde de bariz bir hata bulunmaktadır. Ayetlerin başında bulunan ‘De ki’ ifadeleri, anlatım bozukluğuna yol açıyor ve sanki Muhammed, insanlara ‘kullarım’ diyormuş gibi bir tablo çıkarıyor karşımıza. İnsanlar, Muhammed’in kulu olmadığına göre, ayetlerde yazım hatası vardır. Bu ayetlerde de ‘De ki’ ifadeleri olmamalıydı yahut ‘De ki: Ey Allah’ın kulları’ şeklinde yer almalıydı.

3) Kuran’daki beddualar

Kuran’da beddualar da vardır ve ‘Allah sözü’ değildir. Acaba bir Tanrı, beddua eder mi? Etmezse, bu beddualar kime ait?

Münafikun, 4:
Allah onları kahretsin.

Tevbe, 30:
Allah onları kahretsin!

Zariyat, 10:
Kahrolsun o koyu yalancılar!

Mülk, 11:
Artık (Allah’ın rahmetinden) uzak olsun, o alevli cehennemin mahkûmları!

Müddessir, 19:
Canı çıkasıca, ne biçim ölçtü biçti!

Müddessir, 20:
Yine, canı çıkasıca tekrar (ölçtü biçti); nasıl ölçtü biçti!

Tebbet, 1:
Ebu Leheb’in iki eli kurusun!

Bu sözler, herşeye gücü yeten bir ilaha mı ait, yoksa ‘peygamber’ taklidi yapan bir insana mı?